16 Temmuz 2019 Salı

KIZIL - STEFAN ZWEIG


Stefan Zweig aslında en sevdiğim yazarlardan biri daha evvel bu blog'ta Amok Koşucusu gibi bir çok eserini yorumlamıştım. Üstelik çok da sevmiştim o yüzden Kızıl'a çok büyük umutlarla başladığım doğru fakat umduğumu pek bulamadım.

Normalde Zweig hikayeciliği edebi değeri ve vuruculuğu tartışılmaz olsa da ağdalı ve kafa karıştırıcı değildir. Aslında bu metinler en büyük gücünü yalınlığından ve duru anlatımından alır. Fakat Kızıl korkunç ve bitmek bilmeyen betimlemeler bütünü gibi. Okurken cümlenin ya da tamam abartmayalım fakat başladığınız paragrafın başını kesinlikle unutuyorsunuz.

İnsana dair tutkulardan, zaaflardan ve temel bir gerçeklikten beslenen Zweig hikayelerinin arasında Kızıl hem konu hem de işleniş bakımından açıkça geride kalmıştı. Taşradan tıp eğitimi için şere gelen ürkek ve zayıf bir gencin hikayesini konu edinen Kızıl bence anlatmak istediği hiçbir şeyi başarıyla anlatamadı. Zayıf, çelimsiz, korkak ve sıkıcı bir oğlanın kendisiyle aynı pozisyonda olmasına rağmen gözü kara, güçlü ve eğlenceli olabilmesi karşısında yaşadığı bariz kıskançlık yeterince derin incelenmekten uzaktı ve basit bir kıskançlık gibi kaldı.

Bu genç, çocuksu adamın cinselliğe olan arzusu ve etrafında gördüğü ilk genç kadın olan kardeşine karşı hissettiği sevginin bir miktar şehvetle kirlenmiş olması fikri kitabın en incelikli kısmıydı. Asla eyleme geçmeyen bu fikir zaten kısa süre sonra başka kadınlara yöneldi. Fakat tutkuları becerilerini aşan her erkek gibi sonunda hüsrana uğramaktan kaçamadı. Kadınların çocuk olarak gördüğü ve alaycı bir tavır takındığı bu durumda esas kahramanımız tamamen kendini kaybetti.

Alkol ve fuhuş batağına düşüp, tıp öğrenimini yarıda bırakan bu adam haftalarca böyle sürüp giden anlamsız bir buhranın ardından nihayet hayata tutunmanın bir yolunu buldu. Kızıl hastalığına yakalanmış 13 yaşında bir kızın tedavi ve bakımını üstlendi. Bir doktor bile olmadığı halde bir doktor olarak gördüğü saygı onu kendine getirdi ve ona bir yaşam amacı verdi.

Tıp öğrenimine devam etmeye karar verdiği sıralarda iyileştirdiği Kızıl hastası kıza aşık olduğunu fark etti ve 13 yaşında bir çocuğu dudaklarından öptü. Bunlar da beni rahatsız eden detaylardan bazıları oldu. İnanın yaşanan olayların yaşandığı tarihe göre değerlendirilmesi gerektiğini ve 13 yaşında bir kızla duygusal münasebet kurmanın, hatta evlenmenin o dönem için çok imkansız, akıl dışı bir şey olmadığını biliyorum ama yine de bu karakteri ve hikayeyi sevmemi sağlamıyor. Kısacası Stefan Zweig'in çok daha okunmaya değer bir çok harika hikayesi ve hatta romanı var. Kızıl'ı atlamak okuyucuya herhangi bir şey kaybettirmeyecektir diye düşünüyorum.

Herkese Keyifli Okumalar...


15 Temmuz 2019 Pazartesi

CHERNOBYL - HBO TV MINI SERIES


Bugün sizlere 5 bölümlük tarihi drama niteliğindeki mini diziden bahsetmek istiyorum. Aslında dizi deyip geçemeyiz çünkü dramadan ziyade belgesel niteliklerini üstünde taşıyor. Çernobil için tanım yapmak gerekirse "İnsan eliyle yaratılmış en büyük felaket." demek durumu özetliyor sanırım. 

IMDB'de 9,7'lik puanla en popüler yapımlar arasında olan dizinin senaristi Craig Mazin ve yönetmen Johan Renck arkadaşlar. İngiliz tv kanalı Sky ve Amerikan kablo kanalı HBO ortak yapımı olan dizinin ülkemizdeki yayın hakları Dijitürk'te.  Hepimizin malumu olan Çernobil nükleer faciası tüm açılardan tam manasıyla işlenmiş ve bence tüm duygu seyirciye direkt geçirme konusunda inanılmaz başarılı. İki defa izledim ve inanın etkisinden çıkmak öyle kolay değil gerçekten. Müthiş bir gerilim var ve çok korkunç cidden, dehşeti iliklerinizde hissediyorsunuz.  Tek bir noktada eleştirim olacak bence kesinlikle orjinal dil İngilizce değil Rusça olmalıydı. 

Spoiler'a girme konusunda çok da endişelenmeden yazacağım çünkü zaten olayın içeriğini az ya da çok hepimiz biliyoruz. Şunu hemen belirtmek istiyorum ki ben nükleer santrale karşıyım arkadaşlar. Şahsım adına kesinlikle gerekiyorsa mum ışığında oturalım ama nükleer işine bulaşmayalım. Kesinlikle oyun değil ve çok ama çok tehlikeli. Hele bizim gibi bir hızlı treni kazasız yürütmeyi başaramayan bir ülke için son derece gereksiz riskli  buluyorum. Neyse ki Akkuyu için olumsuz rapor çıkmış umuyorum ki bu nükleer sevdasından vazgeçerler. Gerçi çatlayan beton zemini düzeltme çalışmalarının devam ettiği de ayyuka çıktı. Neyse bu mevzu sinirlerimi yıpratıyor. 

Neyse efendim dizimize dönersek öncelikle senaryo, yönetmen, görüntü yönetmeni ve oyuncular gerçekten çok başarılı. Mekanlar o kadar gerçekçi ki kendinizi siz de orada hissediyor, dehşeti siz de yaşıyorsunuz. Sovyet Rusya'sında hükümetin nasıl kapalı, despot ve kendi çıkarları uğruna insanları hiç düşünmeden feda ettiğini görebiliyorsunuz. Bu zaten bilmediğimiz bir şey değildi ancak böyle izlendiğinde yine de mide bulandırıcı. Ayrıca yoldaş diyenin ağzına kürekle vurma isteğim engellenemez seviyede. Komünist yönetimden de tiksindiğimi ifade etmek isterim. Dizide dikkat çeken bir başka unsur görevli herkes aynı şekilde giyiniyor olması. Doktor, nükleer fizikçi, mühendis, işçi fark yok. Beyaz başlıklı iğrenç giysiler var herkeste. 

Baş rollerde olay gerçekleştikten sonra kontrol altına alınmasında önemli rol oynayan iki karakter var efendim. Bir tanesi Kurchatov Atom Enerjisi Enstitüsü'nden Profesör Velery Legasov diğeri de bakanlar kurulunda başkan yardımcısı olan Boris Shcherbina ikilisi olayın tüm pisliğini temizleyen iki kişidir. Boris hakkında söyleyebileceğim tek şey adam gibi adamdır. Onlara dizide Ulana Khomyuk karakteri olayı çözmeleri konusunda yardım ediyor. Aslında Ulana Khomyuk karakteri gerçekte yokmuş arkadaşlar ancak konuya destek veren tüm bilim adamlarını temsilen oluşturulmuş bir karakter olduğu söyleniyor.

İnsanlar bir akşam büyük bir gürültüyle birlikte sarsıntı hissederler. Çernobil'de patlama olmuştur ve büyük bir yangın çıkmıştır. Çevrede yaşayan halk o kadar bilinçsizdir ki herkes dışarıya çıkarak yangını izlemeye koyulur. Dizide baştan sona "Cehalet mutluluk getirir" sözünü iliklerimize kadar hissediyoruz. Çoluk çocuk hep birlikte dışarıda çekirdek çitleyerek yangın izlemeye gidiyorlar. İyonize olmuş gökyüzündeki parıltılar, üzerilerine yağan radyoaktif küller onlar için hiçbir şey ifade etmiyor. Riskli ve tehlikeli olabileceği akıllarına bile gelmiyor yahu. Saçımı başımı yoldum izlerken o derece. Beş bölümü de izlerken hissettiğim şey şuydu "Gözle görülmüyorsa tehlikenin hiçbir önemi yoktur..."

Patlamanın olduğu gece görev başında olan üç kilit isim var. Çernobil'in baş mühendislerinden biri olan Anatoly Dyatlov, gece vardiyası amiri Alexandr Akimov, kıdemli mühendis Leonid Toptunov. Kısaca şöyle anlatalım tamamlanması gerekli olan bir dizi güvenlik testi var. Aslında şimdiye kadar yapılmış olmalıydı ancak görevi savsaklayan müdür Viktor Bryukhanov acilen bu deneyin bitirilmesini ister. Kıdemli baş mühendis Nikolai Fomin'de bu duruma destek verir ve Diyatlov'u deneyin başında olması için görevlendirir. Bütün bu durum bu üçlünün zincirleme bir terfi beklentisi üzerine dönmektedir. Deneyin yapılabilmesi için güç seviyesinin indirilmesi gereklidir. Ancak komiteden aldıkları bir telefon elektrik ihtiyacı çok fazla olduğundan gücü düşürmemeleri yönündedir. Doğru karar deneyin iptal edilmesi, daha doğru bir zamanda yapılması olurdu. Ancak müdür Bryukhanov devam edilmesi talimatını verir.

Şimdi öncelikle bu felaketin oluşumunda insan hatası birinci neden. Kişisel çıkarlar uğruna, kurallara uyulmaması, idari sorumluların görevlerinin öneminin farkında olmamaları, sorumsuzca davranışları vs. bu böyle devam eder. Ancak bir de nükleer santralin kimse tarafından bilinmeyen yapısal büyük bir kusuru vardır. Devlet tabi ki asla ve asla kusurunu kabul etmemektedir. Hatta devlete göre Sovyet Nükleer Endüstri'sinde nükleer felaket falan asla olmamıştır. Dyatlov denen geri zekalının çekirdeğin patladığını üç bölüm boyunca kabullenmemesi ayrıca sinir bozucuydu. Bu arada Dyatlov'un baştan sona bir pislik olduğu gerçeği de göz ardı edilemez. Her neyse kesinlikle büyük bir reddediş içindeler, kabullenemiyorlar arkadaşlar. Bunun en büyük nedeni de çekirdeğin fiziksel olarak patlamasının mümkün olmayışı. Atom mühendisleri soruyorlar birbirlerine nasıl olur böyle bir şey anlat diye açıklaması yok. Finalde tabi ki bunun nasıl olduğunu açıkça ortaya koyuyorlar. Bu eksikliğin devlet tarafından giderilmesi diğer tüm santrallerin revize edilmesi için Prof. Legasov hayatını feda ediyor. 

İlk önce olayın büyüklüğünün, vahametinin ilk etapta farkında değillerdi. Farkına vardıkları anda da saklama eğilimine girdiler. Sovyet hükümeti kesinlikle ne dünyaya ne de kendi halkına hiçbir açıklama yapmıyor, tehlikenin boyutlarından bahsetmiyorlar. Ama dünya bunu fark ediyor radyasyon seviyelerinde açıklanamaz bir yükseliş var ve Amerika uydu görüntüleri alıyor. Durum tabi ki  kabak gibi ortaya çıkıyor Çernobil'de patlama olduğu tüm dünya tarafından öğreniliyor. Bakın arkadaşlar bu yalnız dizide falan değil gerçekten Sovyetler Birliği'nin son lideri olan Mikhail Gorbachev olayın üzerinden ancak 18 gün geçtikten sonra bir açıklama yapabilmiştir. 

Söz etmeden  geçemeyeceğim bir başka karakter de Vasily İgnotenko. Yeni evli bir itfaiye eridir kendisi. Yangın çıktığında nöbeti olmadığı halde göreve çağrılır. Hiçbir radyoaktivite yokmuş, sanki normal bir yangına gidiyorlarmış gibi hiçbir özel ekipman olmadan yangına müdahale ederler. Oysa ki grafitler hemen yanlarındadır. Grafit denilen taş parçaları çekirdeğin etrafına konulduğundan etrafta grafit olması demek çekirdek açığa çıkmış anlamına geliyormuş. Bu arada kullandıkları dozimetreler (radyasyon ölçen cihaz) çok düşük seviyeleri gösterenlerden. Daha iyileri kasada saklanıyormuş. Öyle bir tesiste neden kasada tutuldukları ayrı bir konu zaten. Kasadan çıkardıkları yüksek radyasyon ölçen dozimetre anında patlıyor. Ortamda çok büyük radyasyon var. Yerel yöneticiler durumu asla kabullenmiyorlar. Şehri tahliye etmek şöyle dursun bilakis şehirden kimse çıkmayacak diye tecrit ediyorlar insanları ilk etapta.

Tüyler ürperten bir devlet terörü var karşımızda. Çevredeki tek hastanede iyot hapları yok ve radyoaktif yanıklara nasıl müdahale edileceğini bilen doktor yok. Tek bir kadın doktor olayın farkında ve gerekli işlemleri biliyor. Bu arada belirtmek isterim ki itfaiye erlerinin kıyafetleri halen hastanenin bodrum katında ve radyasyon yaymaya devam ediyormuş. İtfaiyeciler ve santral çalışanları tabi ki hastanelik oluyorlar. İlk müdahalenin ardından  direkt Moskova'daki hastaneye sevk ediliyorlar. Bu arada bu sahneler gerçekten dehşet verici. En korkunç korku filminden daha da korkunç. Yani sık kafana bitsin o derece durumları kötü. O sahneleri izlerken hissettiklerimi anlatacak kelime pek yok gibi. 

Lyudmilla İgnatenko Vasily'nin eşidir. Özel izinle Moskova'daki hastaneye gider ve kocasını görmek ister. Rüşvet düzeni müthiştir ve işleyen bir sistemdir Sovyet Rusya'sında. Beş ruble verdiğinde hemşireye radyasyon yüklü eşini görme iznini alır. Üstelik hamiledir ve bunu doktorlardan da saklar. Kocasına dokunmaması söylendiği halde dinlemez. Hiçbir önlem almaksızın kocası ile yakın temastadır. Cehalet yine mutluluk getirmiştir. Kocası acılar içinde ölür ve son derece trajik bir şekilde kurşun tabutlarda toplu mezara gömülür diyemeyeceğim; Üzerlerine beton dökülerek defin edilirler. Gerçekten o sahneler falan çok çok iyiydi. Neticede Lyudmilla'nın bebeği babasından annesine bulaşan tüm radyasyonu soğurur ve annesinin hayatını kurtarır. Bebek doğduktan sadece dört saat sonra ölecektir.

Çok uzun bir yorum oldu farkındayım ama üzerine konuşulacak yorum yapılacak o kadar çok konu var ki. Örneğin su yangını durduramayınca helikopterlerden 5000 ton bor ve kum döktüler. Bakın bir anda 5000 ton bor madeni bulalım bakalım nasıl olacak o iş? Ya da  şehri tahliye etme kararı geç de olsa alındığında hiçbir panik, trafik sorunu vs. olmaksızın son derece sistematik bir tahliye yapabilir miyiz? Hiç sanmıyorum. Sovyet Devleti'nin  bu konulardaki başarısını göz ardı edemeyiz. Ancak genel anlamda yönetim biçimi açısından nefret ettim ayrı konu. 

Yangın durduğunda başka başka sorunlar çıkıyor ve bunlar çözülmesi çok zor problemler. Çekirdeğin soğutulması için tanklar açılmış, ayrıca itfaiyenin sıktığı sular da birikme yapmıştır. Çekirdeğin altında büyük bir su birikintisi vardır. Dökülen kum ve bor yangını söndürmüş ancak aşırı ısınmayı ve erimeyi başlatmıştır. Çekirdek ile suyun teması büyük bir buhar patlamasına yol açacak ve kıta için ölüm demek olacaktı. Oluşabilecek felaketin boyutları inanılmaz ölçüde ön görülmekteydi. Bunu önlemenin tek yolu da vanaların yerini bilen santral çalışanlarından üç kişinin içeri girerek, kısıtlı bir zamanda yüksek radyasyona maruz kalarak ölmeden vanaları açmasıydı. Ancak su böyle tahliye edilebilirdi.  Dizide bunlar gayet net işlenmiş. Rus halkının milli duygularla gerçekten intihar görevi olarak tanımlanacak görevlere gönüllü olduğunu görüyoruz. 

Sonrasında üç yıl süreceği öngörülen bir çevresel temizliğe girişildi. İnsanlar tahliye edildiler, evcil hayvanlar itlaf edildiler, ağaçlar öldürüldüler, çevrede radyoaktif ne varsa yok edilip toprağa gömülüp üzerilerine beton döküldü. Bunları böyle anlatınca bir şey ifade etmiyor belki ama izlediğinizde göz yaşlarınıza engel olamayabilirsiniz. Orada çalışan insanlara sınırsız votka veriliyordu. Çünkü ayık kafayla yapılabilecek bir iş değildi. Sözün özü mutlaka izlenmesi gereken mükemmel ötesi bir yapım. Büyük bir emek verilmiş ve gerçekten çok başarılı bir dizi ortaya çıkmış.

Son olarak bu gün burada yaşamımıza devam edebilmemizi sağlayan; Gerek santrale girme konusunda, gerek su boşaltımı için, gerek çatı temizliği için hayatlarını riske atarak bu intihar görevlerine bile isteye gönüllü olan, tüm kıtada yaşanacak büyük felaketi engelleyen, o cesur ve kahraman  insanlara  geç de olsa şükranlarımızı sunuyorum.

Herkese Keyifli Seyirler...


2 Temmuz 2019 Salı

KAPKARANLIK ORMANDA - RUTH WARE


Bugün sizlere uzun süredir okuma listemde tuttuğum ama bayağı bir gecikmeli olarak da olsa okuyup bitirdiğim bir kitaptan söz edeceğim. Evet efendim "Kapkaranlık Ormanda" isimli kitabımız gerilim türünde yazılmış baskı kalitesi ve kapak tasarımı açısından da son derece ilgi uyandırıcı bir kitap.

Kitabımızın baş kahramanı hanım kızımızın ismi Nora. Aslında adı Leonora ancak kısaltma kullanmaya pek bir meraklı olduklarından bu adı Lee veya Nora diye kısaltarak kullanıyorlar. Nora bir cinayet türünde kitapları olan bir yazardır. Mütevazi ve güzel bir hayata sahiptir ancak mutsuzdur. On yıl önce yaşadığı mutsuzluğu, hayal kırıklığı ve terk edilmişliği üzerinden atamamış bir türlü yeni ve onsuz hayata adapte olamamıştır. Ayrıldığı sevgilisi James'i hiç unutamamış ve bu travmayı bir türlü atlatamamıştır.  Güzel bir kadın olmasına rağmen son on yılda hiç sevgilisi olmamıştır mesela. Hayatta onu en mutlu eden aktivite koşu yapmaktır. Her gün o gün ki ruh haline göre kısa ve uzun parkurlarda koşu yaparak rahatlar. 

Neyse efendim yine böyle rutin koşusundan dönüp de yine rutin bir güne başlamaya hazırlanırken bir e-posta ile karşılaşır. Hiç tanımadığı Flo adlı bir kişiden Clare'in bekarlığa veda partisine davet edilmiştir. Oysa ki düğün davetiyesi almamıştır Nora. Sadece bekarlığa veda partisine çağrılıyor olmasını önce çok garip bulur ve yanlışlık olduğunu düşünür. Bir diğer en yakın arkadaşı  Nina ile yazışarak onun gidip gitmeyeceğini öğrenir. En nihayetinde iki arkadaş katılmaya karar vererek yollara düşerler. Şimdi burada hemen ben araya gireceğim. Şartlar ne olursa olsun, bir dönem ne kadar yakın arkadaş olursak olalım; On yıldır beni aramayan ve sormayan biri pat diye bekarlığa veda partisine davet edemez arkadaşım. Ederse bile ben asla icabet etmem. Muhakkak bir çapanoğlu var bunun altında diye düşünürüm ki hele düğüne de davet edilmemişken. Bu açıdan katılma kararını ilginç bulduğumu söylemeden geçemeyeceğim.

Partinin yapılacağı buluşma mekanları da bir o kadar ilginç efendim. Flo'nun halasına ait olduğu söylenilen ormanın ortasında bir cam ev.  Evet yanlış okumadınız tamamen camdan bir evden bahsediyoruz. Hiçbir mahremiyeti olmayan, dışarıdan her hareketinizin kolayca izlenebileceği sinir bozucu bir cam ev. Nora ve Nina eve vardıklarında kapıda onları Flo karşılar. Flo Clare'e karşı inanılmaz bir hayranlık duyan ve ona yaranmak için her türlü şeyi yapacak biridir. Clare'nin kıyafetlerini bile taklit ederek aynı şekilde giyinerek ikiz gibi gezen bir tip düşünün. Kitabın başından sonuna kadar Flo karakterinden kıl kaptım.

Spoilere girmeden toparlamam gerekirse tabi ki sevgili Clare'nin on yıldır suratına bakmadığı arkadaşı Nora'yı o partiye çağırmasının bir nedeni vardır. Üstelik bu neden Nora'nın da hiç hoşuna gitmeyecektir. Katılımcılar kadar parti için seçilen aktiviteler de  bir o kadar tuhaf olunca bayağı psikolojik gerilim türünde bir kitap çıkmış ortaya. 

Kitap iki zamanlı olarak yazılmış. Birincisi Nora'nın katılım kararı alıp da partide olan bitenleri anlattığı geçmiş zamanlar. Bir de hastanede gözlerini açmasıyla başlayan şimdiki zaman şeklinde yazılmış. En sinir olduğum kısım Nora'nın kekelemesi yüzünden kendine kızdığı zamanlardı. Ve gerçekten sürekli kekelemesi sinir bozucuydu.

Okurken keyifli zaman geçirdiğimi söylemeliyim. Psikolojik gerilim türünü zaten severim ama taşları ustalıkla yerli yerine oturtmuş yazar. Kitap bittiğinde sizde de tam bir tatmin hissi oluşuyor. Kimin neyi neden yaptığını çok net olarak anlıyorsunuz. Kısacası tavsiye ederim güzel bir kitaptı.

Herkese Keyifli Okumalar...

28 Haziran 2019 Cuma

BEBEK EVİ (SANDMAN 2.CİLT) - NEIL GAIMAN


Merhabalar, bugün Bebek Evi'nden bahsedeceğim. Daha evvel ilk cildini anlatmış ve aşırı beğendiğimi söylemiştim. Bu defa yorum sırası ikinci cildinde. Bebek Evi bana sorulacak olursa tam anlamıyla bir geçiş hikayesi. Çok fazla şeyden bahseden ama pek fazla şeyden bahsetmeyen bir hikaye.

Yeni karakterlerimiz ve ilk hikayedeki karakterlerin devamı niteliğinde esas karakterlerimiz var. Birinci ciltten tamamen bağımsız görünse de aslında orada yaşanan hadiselerin evreni etkileyiş şekli söz konusu. Bebek Evi bize hem Sandman'ı hem de Neil Gaiman hikayeciliğini tanımak için bir fırsat sunuyor. Ana kurgudan bağımsız bir çok yan hikayenin varlığı başlı başına bir keyif.

Rüyaların lordunun da bir kalbi varmış ve bu kalp vaktiyle bir evrenin yıkılmasına sebep olmuş. Şimdi Sandman niçin görev aşkıyla böylesi yanıp tutuşuyor daha iyi idrak etmek sanırım mümkün. Üstelik ölüm dışında tanıştığımız yeni aile üyeleri ve ki o da "arzu" oluyor. Tam da olması gerektiği gibi çizilmiş sığ, şımarık ve egoist bir aile üyesi, yani onu  ölüm kadar sevmedim.

Tarihin, zamanın, evvelin başından beri hayatta olan kadim varlıkların arkadaşa ihtiyacı olmadığını düşünüyorsanız bu hikayeler sizi yanıltacak. En iyi örneklere kafa tutabilecek seri katiller ve caniler konferansı bile korku hikayesi olarak başlı başına bir edebi değer.

Bebek Evi'ni ilk cilt kadar beğenmesem de bir solukta okudum. İşin aslı şu ki Sandman karakterini ve çizgi roman okumayı sevdim. Üçüncü cilde ilk fırsatta başlamak istiyorum fakat şu an okumakta olduğum başka bir eser olduğundan fırsat bulamadım.

Son olarak bahsetmek istediğim kısım çizim ve basım kalitesi. Sandman eğer bu kadar sevildiyse yazarının olduğu kadar çizerinin emeği de yadsınamaz. Harika görsellerle hazırlanmış bu çizgi romanın türkçe baskısını İthaki Yayınları yapıyor. Renk kalitesinden tutun çizim kalitesine gerekten harika bir eser ortaya çıkarıyorlar ve kütüphanemin en nadide kısmında duracaklar.

Herkese Keyifli Okumalar...


17 Haziran 2019 Pazartesi

SANDMAN (1.CİLT PREÜDLER & NOKTÜRNLER) - NEIL GAIMAN


Selamlar sevgili kitap kurtları, türünüzün en geveze örneklerinden biri olarak sizlere yine bir övgü yazısı hazırladım. Neil Gaiman aşkımı bu blog'u takip eden herkes biliyordur diye düşünüyorum. Daha evvel Amerikan Tanrıları, Yokyer, Yolun Sonundaki Okyanus ve  son olarak İskandinav Mitolojisi gibi bir çok eserin övgüsüyle -yorum demek hakaret gibi oluyor- sizleri rahatsız etmiştim.
Şimdi konumuza gelirsek; Sandman...

Bu çizgi romanı bana ilk tavsiye eden kişi, içinden alıntıladığı bazı sözleri dövme yaptıracak kadar kendisine hayrandı. Beş yıl evvel, başka zamanlar ve başka hayatlardı, umarım şimdi de mutlu ve huzurludur... O vakitten beri aklımdaydı Sandman ama çizgi romanlara karşı olan önyargım sebebiyle okumaya pek yanaşmamıştım. Aslında bakarsanız aklımdan neredeyse tamamen çıkmıştı. Taa ki çok sevdiğim birinin evinde gördüğüm tamamen alakasız çizgi romanlar aklıma Sandman'i düşürene kadar. Gecenin bir yarısı ilk iki cildini sipariş ettim ve doğrusu ilk cildi bitirdikten sonra kalan üç cildi de sipariş ettim. Gözlerimde bir takım kalplerle kargomu bekliyorum. ^_^

İlk çizgi roman deneyimim olduğu için zannediyorum ilk sayfalardan bana biraz yavan ve eksik geldiğini itiraf etmek zorundayım. Roman okurken betimlemeler vasıtasıyla yaşadığınız o hayallerde canlandırma hali çizgi roman için pek mümkün olan bir düşünme şekli değildi. Fakat sonradan aslında çizgi romanın başka türlü bir hayal etme biçimi olduğunu fark ettim. Bu sefer çok daha net şekilde yazarın ve çizerin insafına kalıyorsunuz ama diyaloglar ve satır arası açıklamalar akıp giderken çizimlerin arasında kaybolduğumu itiraf etmem gerek.

Tabii şüphesiz bu durumun başka sebepleri de olabilir. Sevgili Gaiman'ın sonsözünde ifade ettiği gibi o da bu kurguya anca üçüncü hikayede adapte olabilmiş ve sonrasında harikalar yaratmış olabilir. Sandman için spoiler vermeden söyleyebileceklerim aslında çok kısıtlı sadece sizi hazırlıksız yakalamasın diye hikayenin ruhundan bahsetmek lüzumunu hissediyorum.

İlk olarak beyninizdeki bütün algıları yerle bir etmeniz gerekiyor. Çünkü Sandman bir süper kahraman hikayesi değil hatta çok rahat söyleyebilirim ki Sandman onurlu bir anti-kahraman. Gaiman evreninde tanrılar ölümlüdür, yani inananları olduğu sürece tanrılar hayatta kalabilir, Amerikan Tanrıları okuyucusu şu an bahsettiğim şeyi çoktan idrak etti ama diğerleri için açıklamak gerekirse mitolojik bir yanı olsa da Sandman bildiğimiz anlamda bir tanrı değil. Tanrıların korkması gereken bir varlık. O rüyaların lordu, kadim, evveli ve ezeli olmayan bir düş hakimi üstelik ebedi olanlardan...
Ki bu onu Gaiman evreninde tanrılardan bile ayrıcalıklı kılar.

Yazıyı sonlandırırken Düş Lordun'nun yaratım sürecinde -kişilik özelliklerinden, kılık kıyafetine kadar- Neil Gaiman'ın kendine benzeyen bir karakter oluşturduğunu ve sırf bu yüzden bile bu hikayeyi her şeyiyle çok sevdiğimi belirtmek isterim. Çizgi Roman sevenler veya bir yerlerden başlamayı düşünenler sizi Sandman efsanesine katılmaya davet ediyorum. Karanlık, tehlikeli, kadim, onurlu ve çoğunlukla hastalıklı olan bu ebedi düş sizi kendine hayran bırakacak. Kabuslarda buluşmak üzere...

Herkese Keyifli Okumalar...


21 Mayıs 2019 Salı

GENÇ BİR DOKTORUN ANILARI - MİHAİL BULGAKOV

Bugün size bahsedeceğim kitap modern klasikler diye bahsedilen türün, nadide örneklerinden biri. Aslında Mihail Bulgakov yeni tanıştığım bir yazar ve bunu söylemekten pek de gurur duymuyorum. Çünkü kendisi okuduğum ilk kitabıyla en sevdiğim yazarlar listesine giriş yapmayı başardı. 

Genç Bir Doktorun Anıları sadece kolay okunur, berrak, anlaşılır ve samimi olmanın ötesinde edebi değer taşıyan bir eser. İlk satırdan itibaren Rusya'nın soğuk iklimi kemiklerinizi üşütmeye başlıyor ki bu etkiyi uzun ve ağdalı cümlelere gerek duymadan yaratabilmek az buz bir mesele değil. 

İnsan çok karışık ve çelişkili bir varlık. Genç doktorumuz ilk görev yerinde civardaki tek doktor olarak hizmet vermeye başladığında yaşadığı panik ve kaygı aslında başarı dediğimiz şeyi besleyen yegane unsurları ortaya koyuyor. Dönem Rusya'sının toplumsal gerçekliği olan fakirlik, cehalet, batıl inançlar gibi bir çok konuyu vurgulayan bu kitabın başarısı yazarın tıp eğitimi almış olmasına da sanıyorum küçük bir ölçüde bağlanabilir. 

İdealizm ve kendi arzuları arasında bocalayan bir insan olarak genç doktor aslında "şark hizmeti" olarak tanımlanan olgunun insanın hayatından çaldıklarına da ışık tutuyor. Sosyal hayattan, şehirden ve alışık olduğu her şeyden uzak bir doktorun yaşadığı yalnızlık ve terk edilmişlik hissi bir çok açıdan sarsıcı. 

Bütün hikaye idealizm, emek, kısıtlı imkanlarda donatılmış bir hastanede bütün limitleri zorlayarak mucizeler yaratmak gibi insanlığın en onurlu hasletlerinden bahseden bir havada geçse de yan karakterden biriyle "aşk" olgusu da kitapta kendine düşen yeri alıyor. Acıklı, dokunaklı ve her anlamda çok romantik olan bu öykünün size bir şeyler katacağı muhakkak. 

Kitabın sonundaki olaylar aslında insanın ne olursa olsun güçlü olması gerektiğinin kanıtı niteliğinde. Başımıza gelen olayları ve hatta felaketleri kontrol edemeyiz. Kötülüğe ve ihanete maruz kalmak genelde bizim tercihimize bırakılan bir şey olmaz fakat bunlara karşı takınacağımız tavrı belirlemek bizim elimizde. Günün sonunda insanın kendinden başka kimsesi yok ve kendisine en çok zararı verebilen yine kendisi... 

İş Bankası basımı kelimenin tam manasıyla harika, çeviride benim gözüme batan tek bir anlaşılmaz durum yaşanmadı, harf hatası bile görmedim o yüzden bir çok yayınevi basıyor olsa da İş Kültür'ü gönül rahatlığıyla tavsiye edebilirim. İnanılmaz cüzi ücreti de cabası diyelim. 

Şu an Usta ve Margarita kitabıyla Mihail Bulgakov serüvenime devam ederken bu kitabı herkese tavsiye ettiğimi belirmek isterim. Listemdeki bir sonraki Bulgakov klasiği Köpek Kalbi olacak ve kendisi kitaplığımdan bana göz kırpmakta. 

Herkese Keyifli Okumalar...


29 Nisan 2019 Pazartesi

TÜRK DİZİSİ KLİŞELERİ #2

Uzun süren gözlemlere dayanmayan ve aslında çok düşünülmeden kaleme alınmış bu yazı tamamen geyik ve eğlence amaçlıdır. Beni mutlu etmesinin kişisel sebepleri var ama sonuna kadar okunduğunda bu yazının hangi orjinal beyinlerce ve hangi muhteşem şartlar altında yazıldığını bilmeyen sizler bile bu siteden daha mutlu ayrılacaksınız. 
Yani keyifli okumalar... 

1) FAKİR DÜŞKÜNÜ ZENGİN PLAYBOY 


Özellikle bu yaz günlerinde karşımıza en çok çıkan klişe türü. Biz normal ölümlüler, memur maaşıyla aşk meşk işlerine bu kadar tedirgin yaklaşırken Herkül kadar yakışıklı, Bill Gates kadar zengin adamlar şıp diye kenar mahalle kızlarına aşık oluveriyor. Aşık olmakla kalsa yine iyi bir de evlenmek istiyor, yanıp tutuşuyor mübarek. Bizim beyaz yakalı Nurettin nafaka vermemek amacıyla Cambridge Dükü gibi bir elitlikle beraber yaşamak isterken yakışıklı ve kaslı dizi zenginimiz mal paylaşımı yapacak saf ve temiz varoş mahalle kızı derdinde. 


2) İYİLİKTEN BEYİN HÜCRELERİ ÖLMÜŞ ESAS KIZ


Arkadaşlar bakın tertemiz bir netlikte ifade edeceğim, iyilik salaklık değildir. Süzme peynir gibi ortada dolaşmak temiz kalp göstergesi değildir. Zengin erkeklerden asla hoşlanmayan ama spor arabalardan inip villalarda seks eylemeden uyuyakalan bu masum varlıklar fettan kadınlardan her daim bir adım öndedir. Erotizmin varlığına mesafesi sebebiyle aynı anda kardeş ya da kuzen olan iki ila üç erkeği birbirine düşürmesi esas kızımızın kaşarlığına işaret olamaz. 


3) ACILI MÜZİK EŞLİĞİNDE UZUNLU BAKIŞMA 


Esas kız başka erkekle aynı oksijeni solurken görülür, esas oğlanımızın yaşadığı derin acıyı anlatmak için sahneye beş dakikalık acılı bir müzik girer. O vakitten sonra izlediğiniz şey bir dizi değil kasvetli bir şarkının uzun metrajlı klibidir. Biraz esas oğlanın çatık kaşlarına zoom yapar kamera biraz da esas kızın utangaç, mahçup bakışlarına. Tekrarlayan bu süreç reklamlarla birlikte sonsuzluğu kadar uzanabilir, bölüm sonu için özellikle ideal bir sahnedir. 


4) LİSELİM


Lise dizilerinin olmazsa olmazı geniş omuzlu, sakallı, minimum 30 yaşında erkeklerin ve silikon göğüslü, dolgu dudaklı, boyalı saçlarla ve ağır makyajlarla arz-ı endam eden 30 yaşında kadınlardır. Bir tane lise dizisi görmedim ki oyuncu kadrosunu genç ve dinamik kişilerden seçsin. Öğrenciler liseli olmak için o kadar büyük ki birbirlerine değil de öğretmenlere yürüseler kimse yadırgamayacak. Ne koysalar izliyoruz diye mi bu kadar özensizler yoksa hakikaten beceremedikleri için mi sektör bu kadar kötü ona da siz yorum getirin. 


5) KORKUNÇLU KAYNANATÖR


Zenginli dizilerimiz herkesin malumu. Tabii bu zenginlerin bir adet aşırı bakımlı ve sosyetik anası illa bulunuyor. Oğlunu haklı olarak kenar mahalle dilberlerine yedirmek istemeyen bu cefakar ana türlü çeşit kötülükte pes etmeden çığır açıyor. Bu türün en favori kötülüğü genellikle kendisi kadar kokoş ve sosyetik bir arkadaşının kötü ruhlu ve kenafir gözlü kızını oğluna itelemek yönünde oluyor. 1960'dan beri bir arpa boyu yol gidememişiz gibi ima etmek istemem ama hala ara sıra fakir esas kıza çek yazan modelleri de mevcut. Genelde böyle bir durumda zengin baba ise inanılmaz iyi oluyor. İnsan öyle bir adamın nasıl bu kaynanayla evlendiğine resmen hayret ediyor. Bir de asla boşanmamaya kan yemini etmiş gibi ısrarla bunalmaya devam ediyor. Yakında kalp krizi geçirecek.


6) KANKASININ AŞK HAYATINA TAKMIŞ YANCI


Bu kızı hepiniz bildiniz. Evet hani muhakkak esas kızdan daha çirkin olan, evet asla esas kızımızı kıskanmak gibi insani hisler beslemeyen, kendini tamamen arkadaşının zengin erkeği sağlıklı biçimde kafeslemesine adamış insan modeli. Bu genelde esas kızın artıklarını toplar misalen esas kızın esas zenginden önce inceden yakınlaştığı ama sonradan biz yalnızca arkadaşız dediği ezik var ya? İşte bu kız dert ortaklığının ve bitmek bilmeyen gazlamalarının ödülünü final bölümüne doğru bu eziği kaparak alır. Aslında okuduğunuz kadar kötü bir durum değil, o ezik de zengin ve yakışıklı öyle olmasa daha başından bizim ultra namuslu ve tok gözlü hanım kızımız kendisine meyletmezdi. 


6) MAFYATİK DİZİLERİN BİLGE YAŞLISI 


Gözünüzün önüne gelen Ramiz Karaeski'yi bir silin bakalım bütün türk dizileri bir yana Ezel bir yana, herkes Eyşan'ı ister canlarım Ezel'i tiye alacak kadar çıldırmadım. Ve fakat gerek mafyatik gerek dramatik dizilerde böyle bir oluşum gözlenmekte. Öyle Bir Geçer Zaman Ki dizisini bildiniz mi? Evet sanırım bir çoğunuz bildi hatırlayanlarınız olacaktır orada da felsefi balıkçı abimiz vardı mesela bu bilge yaşlı kontenjanında. Eğer felsefik değilse sufi olur ve ney çalarlar. Muhtemelen salaş bir kitapçı veya marangoz gibi bir yer işletirler. Bu kadar veresiye vererek iş yapabiliyor olmaları insana mal sahibi olduklarını düşündürüyor. Ezel'de ne diziymiş mübarek koskoca İdris Koçovalı bile "Herkes öldürür sevdiğini..." diye geziyordu en son. İzlemediyseniz izleyin güzel bir boş vakit katili Ezel. En azından neredeyse diğer tamamı gibi The Godfather çakması değil sadece Monte Kristo Kontu çakması... Öhöm neyse, sustum. 


7) O ÇOK KÖTÜ BU ÇOK İYİ



Bizim dizilerin bir diğer sorunu bütün karakterlerin ya tamamen siyah ya da tamamen beyaz olması. Kötü adamlar, kadınlar hatta çocuklar bile var ama hepsi nedensizce kötü. Sanki hiç bir kedinin başını okşamamış gibi kötüler, "Bugün allah için ne kötülük yapsak?" motivasyonuyla yaşarmışçasına kötüler! İçlerinde en ufak bir ikilem yok, vicdan azabı ya da empati nedir haberdar  bile değiller herkes çok temiz sosyopat. Dikkat ederseniz bu kolaycılığıa kaçmayan diziler efsane karakterler ortaya çıkarıyor. İyilere girmiyorum bile, iyiler dümdüz gerizekalı zaten. Edilgen ve sünepe bir varlık olarak silik yaşamına çaresizce katlanmak iyilik falan değil sanki korkaklık gibi? Ne dersiniz?


8) ŞİRKETLERİN KENDİ KENDİLERİNİ YÖNETMESİ


Bu bol zenginli dizilerin zengin karakterlerinin ağzında sürekli bir holding, ofis, şirket, yönetim kurulu bıdı bıdı bir laflar dolaşır ama asla hiç kimse çalışmaz. Çalışma aktivitelerinin tamamı toplantılardan ibaret ve işin kötüsü o toplantılar ottan b.ktan sebeplerle sürekli kısa kesilir, yarına ertelenir, yarım bırakılır zaten bugünlük bu kadar yeter... Çok fazla şirketmiş iş güçmüş sahibi olan insan tanımıyorum ama tanıdıklarım herkesten daha çok çalışıyor, kendini parçalayarak çalışıyor arkadaşlar, o işler öyle olmuyor tam.


9) TÖRELİ ACILI VE SONRADAN MODERN AĞA


Mardin olur, Nevşehir olur hatta bilirsiniz mevzu ağaysa oyuncumuz genellikle Özcan Deniz olur. Bu ağa asla kendine ve ailesine uygun bir kızla evlenip efendi gibi mutlu mesut yaşamaz. İlla özgürlük tripleriyle kendisini yedi sülalesine pardon yani aşiretine rezil edecek bir rahatsız bulur, onunla evlenir. Hatta kızı tavlayana kadar kendini fularlı, naif, entel, dantel, boş vakitlerinde yavru fokların yaşam alanının daralmasına üzülen bir adam gibi pazarlayıp nikahı bastıktan sonra tesbihli, silahlı, küresel ısınmaya inanmıyorum diyen bir kekoya dönüşür. İstanbul'da takım elbisenle şarabını yudumluyorsun güneydoğu bölgesi sınırlarından girerken üstünde yavaşça bir şalvar belirdi. Ayıptır ben resmen kınıyorum şu an. Alnında ya da yanağında dövme olan anan da kınayacak. Burnunda hızma da vardı di mi?


10) İYİLER FAKİRDİR KÖTÜLER ZENGİNDİR


Bir karakter eğer kıtkanaat çalışarak geçiniyorsa o karakter direkt dünya iyisidir. Sanki fakirlik çeken ve içip içip karısına çocuğuna saran onlarca psikopat yokmuş gibi sırf ekonomik durumunun kötü olması sebebiyle fakir karakter, illa mükemmel bir karakterdir. Oysa zengin öyle mi? Zenginler fiskileri ve robdöşambrlarıyla kötü kötü kahkahalar atarak kötüdürler. Çalışanları aşağılar, kızı yaşında kadınlara yavşar, herkese nefes almadan kötülük yapmak amacıyla yaşarlar. Sebepleri nedir? Zenginler, evet çok mantıklıymış. Aslında son dönemde fakir kötüler de türedi. Kesinlikle esas kızın çevresinde işsiz, ipsiz, sapsız ve sürekli birilerine kafa atan bir tip bulunuyor.




18 Şubat 2019 Pazartesi

MÜREBBİYE - HÜSEYİN RAHMİ GÜRPINAR


İş Bankası Kültür Yayınları’nın Türk Edebiyatı Klasikleri serisi gördüğüm anda merakımı cezbetti. Lise döneminden kalan bir kaç hayalet bilgi dılında Türk romancılığıyla herhangi bir temasım olmadığını fark ettim çünkü bizim yazın kültürümüz daha ziyade şiir üzerinden ilerlediğinden kurgu romanda her zaman biraz zayıf kalmışızdır. Hala bu açığı kapatabildiğimiz net olarak söylenemez.

Kitabı elime aldığım andan itibaren yazıldığı dönemin bütün siyasi ve toplumsal havasını iliklerime kadar hissettim. Eleştirilen Fransız özentiliği ve Avrupa hayranlığı aynı zamanda kendi toplumuna korkunç bir hiciv niteliğinde. Medeniyeti türkçe konuşmanın içine fransızca kelimeler sıkıştırmak gibi tamamen komik bir şarta bağlamak, bunun başta Gürpınar olmak üzere dönemin aydınları için yarattığı aşağılık kompleksi ve kafa karışıklığı kitabın en baskın yanı.

Mürebbiye Anjel fransız nefretinin odak noktası. Fransa’da fahişelik yaparak geçimini sağlayan Anjel “garp mallarının şark’ta iyi para ettiğini bildiğinden” İstanbul’a gelir ve oradaki seçkin ailelerden birinin yalısına mürebbiye olarak yerleşir. Fransızca eğitimi vermek için yerleştiği yalının bütün erkekleriyle ayrı ayrı cinsel münasebet kuran mürebbiye hep bahsedilen o “batının ahlaksızlığı” mevzusunun canlı kanlı kanıtı gibi.

Esasında kitaptaki olaylar sürekli işve, cilve, erotizm, aşk ekseninde dönse de verdiği mesajlar bakımından bu eser korkunç bir ahlakçılık barındırıyor. Kadın düşmanlığı derecesinde varolan kadın vücuduna karşı önyargı okurken insanı rahatsız ediyor. Haremlik selamlık gibi Osmanlı günlük hayatı hakkında insanın gözünde canlanan betimlemeler barındırması sanıyorum kitabın en güzel yanı. Alkole ve sekse o günün toplumunun bakışını idrak etmek için bile okunabilecek bir eser çünkü toplumun bugün süregelen riyakar tavrının çok daha şiddetlisinin varlığını gözlemlemek keyifli.

Romanın dili oldukça ağır. Özellikle sürekli kullanılan fransızca kelimelerin anlamlarına bakmak mevzusu sürekli göz yoruyor. Üstelik bu durum kitabın sonuna kadar asla son bulmuyor. Tavsiye ediyor muyum? Dönemin havasını solumak ve kendi kültürünün romancılığını tanımak isteyenlere tabii ki öneriyorum.

Herkese Keyifli Okumalar...  


Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...