14 Ağustos 2018 Salı

STEFAN ZWEIG - AMOK KOŞUCUSU


Çok uzun, fazlaca uzun, ziyadesiyle uzun bir aradan sonra yine karşınızdayım. Kitaplardan hiçbir zaman tam olarak kopamasam bile uzun bir süredir kendimde bu blog için yazacak motivasyonu bulamadığım doğrudur. Şimdi aranıza döndüğüme göre umudum siz sevgili kitap kurtlarını buralarda bulmak...

Neredeyse sonsuzluğun sonuna kadar sürecek bu uzun aranın ardından üstüne yazmaya, hakkında konuşmaya tamamen değecek bir kitaptan bahsetmek istedim. Stefan Zweig uzak kaldığım dönemin en sevdiğim yazarı oldu. Sayısız kitabını okudum, işin aslı İş Bankası Yayınları'nın bastığı ne varsa okumuşumdur desem yalan olmaz. Karısıyla beraber intihar eden Stefan Zweig'in en sevdiğim yazarlar arasına tepeden girmesi hiç şüphesiz ki sık sık ruh halime dokunan melankolinin belirgin bir kanıtı.

Amok Koşuculuğu aslında tropikal bir hastalık, anlamı geçmeyen bir cinnet ve saplantı hali olarak ifade edilebilir. Muhakkak ölümle sonuçlanan -kalp krizi ya da saldırdığı kişilerce öldürülmek gibi- cinnet hali kitapta bu haliyle işlenmiyor. Bu hikaye bir adamın önce kendi gururuna sonrasında da karşısındaki kadının gururuna yenilişini konu ediniyor.

Sömürge ülkelerinden birinde mahsur kalmış avrupalı bir doktorun çıldırtıcı yalnızlığı ve vatan özlemiyle başlayan hikaye işin içine zarif, beyaz ve zengin bir kadının girmesiyle bambaşka bir boyut kazanıyor. Dönem itibariyle avrupalı olmayan herkesin ikinci sınıf hatta hayvandan bozma varlıklar olduğu sanrısıyla doktorumuz inanılmaz bir yalnızlık içinde. Hizmetçi kızlardan bazılarıyla zaman zaman birlikte olsa da beyaz kadınlarda bahseden bir roman okurken bile heyecandan elleri titremekte. Saygıdeğer bir hanımefendiye kur yapmak bile onun için tatlı bir hayalden  ibaret.

Bu ruh haliyle klinik demeye bin şahit istenecek muayehanesinde yüzünü örten zarif tülüyle asil bir leydinin varlığı, doktorumuzu iliklerine kadar işleyen bir tutkuyla başbaşa bırakmaya yetiyor. Bu zarif kadın bölgedeki üst düzey sömürge yetkililerinden birinin karısıydı ve bütün hayatını mahvedebilecek bir skandaldan kurtulmak için doktorun yardımına ihtiyacı vardı.

Doktorumuz ilk hatasını, bu ihtiyacı kesin bir muhtaçlık olarak düşünerek yaptı. Kibrine kapılarak, sırf bu gururundan ödün vermeyen kadının ona teslim oluşunu görmek için asla talep edilemeyecek bir şey istedi. Şerefinden vazgeçmektense belkide ölmeyi göze alan bu kadın sömürgenin ücrasında kalan doktoru kaderine ve yalnızlığına terk etti. Fakat amok koşusu başlamıştı bir kere artık hayatının amacı o kadını bulmak, gönlünü ve saygısını kazanmaktı. Kadının onu kesin şekilde reddetmesi, üst düzey bir bürokratın karısı olması ya da hali hazırda aşığından hamile olması önemli değildi. Kitabın ilerleyen bölümlerinde olaylar tamamen kontrolden çıktı ve şu an spoiler vermek istemediğim için bahsedemediğim pek çok hadise yaşandı. Amok Koşucusu için hırsın ve saplantının kaç kişiyi mahvedebileceğine dair yazılmış en güzel eserlerden biri demek kesinlikle abartılı olmaz.

Hitler iktidarıyla ülkesini terk etmek zorunda kalan Zweig bu romanında ülke özlemini, ortak kültürü paylaştığı insanlara olan özlemini çarpıcı şekilde yansıtmış. Bütün hikayelerinde ucundan kıyısından intihar olgusuna değinen yazarın bu kitabı için "intihar mektubu" benzetmesinde bulunanlar bile var. Buna katılıyor muyum? İntihar'a değindiği ve insanı bunun meşruluğuyla ilgili düşünmeye ittiği doğru fakat bu hikaye asla bir intihar güzellemesinden ibaret değil. Dönem eserlerinden hoşlanan herkese hatta bu yazıyı okuyan herkese şiddetle tavsiye ediyorum.

Herkese Keyifli Okumalar...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...