29 Mayıs 2015 Cuma

SONSUZA KADAR - NATASHA BOYD


Jack Eversea'nin son macerasıyla karşınızdayım. Blog'u takip edenler serinin ilk kitabı Aşka Var Mısın'ı ne kadar sevdiğimi hatırlayacaklardır ama Sonsuza Kadar için aynı şeyleri söyleyebilmem pek mümkün değil.

Bu bir devam kitabı. İki kitaptan oluşan minik bir seri ve ilk kitabı okuyup Jack Eversea'yi tanıma şansına erişmiş herkes ikinci kitabı ben ne söylersem söyleyeyim okumak isteyecek ki aslında bakarsanız okumalı da. Hakkında ne söylersem söyleyeyim Bu hikaye ve bu çift insanın aklında kalacak türden.

Şimdi gelelim kitabı neden sevmediğimin sebeplerine. İlk olarak hepimiz feministiz, hepimiz bıktık artık kadınlara eziyet eden despot erkek modelinden falan bunların hepsine tamam. Ama işte bu da demek değil ki adam iyi huylu ve fedakar olunca kadının kendini kaybetmişçesine canavarlaşması gerekiyor! Bu kitabın en büyük kusuru Keri Ann'in inanılmaz bencilliğiydi.

Tamam kendi başına birey olmak isteyişini, işte Jack'in sevgilisi olarak varolmaktan fazlasını hayal ettiğini falan bunların hepsini anlayabiliyorum ama bu istekler yüzünden kimseye böylesi işkence edemezsin. Bir gel, bir git, bir istiyorum, bir istemiyorum... Bir ara neredeyse Jack oyunculuğu bırakacak diye korktum ama allahtan öyle olmadı. Zaten hiçbir okuyucunun da bunu kaldırabileceğini sanmıyorum.

Kitapta anlatılanlara gelirsek spoiler gibi olacak biliyorum ama aksini bekleyen de zaten tahmin ediyorum ki yoktur. Bu bir peri masalının bağlanışı olmuş. Yani sorunlar, sorunlar, sorunlar ve çok mutluyuz hayat boyu diye bağlamışlar. Mutlu sonlarla hiçbir problemim yok. Hatta doğrusu bu ya onlara kesinlikle bayılırım ama yazarın ilk kitabındaki güzelliğe rağmen ikinci kitabı biraz amatörce.

Yani okuduğunuz şeyler sizi içine çekemiyor. Gerçek hayatta bırak bir star ve normal insan ilişkisini iki sıradan insan arasında bile böyle bir ilişkiyi modellemek güç. Sürekli dizlerinin üzerinde sürünen ve sürekli bir şeyler için özür dileyen bir Jack vardı bu kitapta. Bu bir sebepten beni hiç mutlu etmedi ya da Keri Ann'in gurur kisvesi altında hiçbir şeyden hoşlanmayışı veya hiçbir şeyden etkilenmeyişi  gerçekçiliği katleden ayrı bir unsur. Nihayetinde hayatını küçücük bir kasabada geçirmiş basit bir kasaba kızısın. Jack'in sana yaşattığı hangi tecrübe senin için sıradan ki sürekli burun kıvırasın?

Tamam tabii ki bir ana karakterin para diye gözleri felfecir okuyamaz ama bir takın şeylerden de zevk almayı, heyecanlanabilmeyi bilmeliydi. Grinin Elli Tonu'unda Ana en azından o konuda çok gerçekçi ve dürüsttü. Adamı hiçbir zaman parası için sevmedi ama parasının beraberinde getirdiği hayat standartlarını da mızmızlanmadan kabul etti.

Jack Eversea efsanesine veda ederken kitapta çok hoşuma giden bir ayrıntıdan bahsetmesem olmaz. Kitaptaki Christian Grey göndermesi ve Grey'le  Giedon Cross karşılaştırması falan ayrıca çok şekerdi ve beni gülümsetti. Kısaca tatlı, bencil ve biraz kaprisli bir mutlu son okumaya hazırsanız bu kitap tam size göre.

Herkese Keyifli Okumalar...

26 Mayıs 2015 Salı

NASIRA GENİ - MICHAEL CORDY


Arkadaşlar güzel bir bahar mevsimine başlamış bulunuyoruz. Kocaman bir kışı geride bıraktığımız şu güzel, güneşli bahar günlerinde sizleri biraz eskilere götüreceğim. Bundan yıllar önce okuduğum çok da etkisi altında kaldığım güzel bir kitaptı "Nasıra Geni".

Kütüphanemizi yerleştirirken elime geçti ve kapağını aralayıp bir göz attım. Aslında merakım yıllar önce damağımda güzel bir tat bırakan bu kitap hakkında, şimdiki benin ne düşüneceği idi. İlk bölümü soluksuz okudum ve şöyle bir düşündüm de, bu kitabın da kesinlikle blogda olması gerektiğine karar verdim. Veee sizler için yeniden okudum.

Dr. Carter ünlü bir genetik bilim adamıdır. Karısı ve kızı ile mutlu bir aile yaşamı sürdürmektedir. Dr. Jasmine Washington ise öğrencilik yıllarında Dr. Carter ile tanışmış bilişim alanında çok ileri bir bilim kadınıdır.İkisi birlikte Genom projesinde insan genlerini okuyan bir DAN adı verdikleri aşırı gelişmiş bir  cihaz geliştirmişlerdir. DAN herkesin gen haritasını çıkarıyor ve geçireceği hastalıklar ve hatta ne zaman öleceği ile ilgili bilgiler veriyordu.

Öyle bir başarı yakalamışlardır ki dünyayı yeniden keşfetmeye uğraşmaktansa bu cihazı onlardan satın almaya başlamış durumdadırlar. Öyle ki tüm dünyadaki sisteme girilmiş dna dataları "Büyükanne" adını verdikleri ana bilgisayarda depolanmaktadır. Bu ana bilgisayarda yüksek koruma altında (hem teknolojik koruma gem de gerçek anlamda koruma) ana binada Dr. Carter ile Dr. Washingtonun erişimine açık durumdadır.

Dünyanın diğer bir ucunda ise Ezekiel De La Crox (kısaca Ezekiel baba)  kardeşliğin diğer üyeleri ile toplanmış değişen ateş karşısında (ikinci mesihin dünyaya geldiğinde ateşin rengi değişecek diye bir kehanet varmış) yeni mesihi nasıl bulmaları gerektiği konusunda tartışıyorlardı. Kardeşliğin tetikçisi olan ve kendisine Nemesis diyen Maria Benaroic ise Stocholm'de Dr. Carter'ın ödül töreninden çıkışını bekliyordu. Çıktıklarında gözünü kırpmadan tetiği çekecekti ve günahkarların en büyüğü olan Dr. Carter cezasını bulacaktı. Adil infazların bir numaralı uygulayıcısıydı o. O Nemesisti.. Tetiği çekti ama vurulan Dr. Carter değil çok sevdiği eşi Olivia idi. 

Olivia'nın otopsisinde beyninde büyük bir tümöre rastlanıldı. Vurulmasaydı da zaten birkaç ay içinde öleceğini artık biliyorlardı. Dr. Carter'ın annesi de böyle lanet olası bir beyin tümörü yüzünden ölmüştü. Kızı Holly büyük bir risk altındaydı. Dr. Carter tereddüt etmedi ve kızının gen haritasını çıkarması için DAN'i kullandı.

Gerçek artık gün yüzündeydi birkaç ayı vardı Holly'nin. Kızını kurtarmak için ne yapabilirdi? Nemesis denilen katil peşindeydi ve onu rahat bırakacak mıydı? Mesih'i nasıl bulabileceğini bilmeyen kardeşlik Dr. Carter denilen zındık ile  işbirliğine gidecek miydi?

Daha fazla detaya girmek istemiyorum çünkü cidden okumanızı istiyorum. Burada yazılan tüm yorumlarda amaç aslında siz değerli takipçileri bilgilendirmek. Ama eğer kitabı çok beğendiysem ve okumanızı istiyorsam konusuna fazla girmiyorum ki size okuyacak bir şeyler kalsın. Yukarıda yazdıklarım inanın hiçbir şey. Sadece kitabın arka kapağı eder diyebilirim. Merak ettim ve baktım kitap halen satışta bu arada. Muhtemelen sahaflarda da karşınıza çıkabilir.

Hem macera, hem gerilim, hem de düşündüren bir kitap. Kutsal değerler üzerine de kendinizi sorgulamanızı sağlıyor. İçinde cidden inanılmaz sürprizler barındırıyor ayrıca. Kurgusu, yazım dili her şeyi ile mükemmel diyebilirim. Ayakları yere basan sağlam bir hikaye. Konu çok mantıklı olarak işlenmiş. Kitabın son sayfasına geldiğinizde sizi düşünmeye sevk eden bir sonu var. Yani insanlığın yararına olduğunu ve hatta mucize olduğunu düşündüğümüz bir şey,  aslında uzun vadede müthiş zararlara sebep olabilir mi?

Kitabı okuyan arkadaşlar varsa lütfen yorumlarını paylaşsınlar. Yukarıdaki sorulara kendi içlerinde nasıl yanıtlar verdiklerini merak ediyorum.

Herkese keyifli okumalar...



10 Mayıs 2015 Pazar

KLAUS MIKAELSON / EFSANE TV KARAKTERLERİ #1


Selamlar, yepyeni bir yazı serisiyle karşınızdayım. Bu yazı serisinde ünlü dizilerdeki efsanevi karakterleri anlatacağım. Bu insanlar izlemesi keyifli kurgu karakterlerinden çok daha fazlası. Bu yazı serisine fantastik kurgunun en güzel hali vampirlerle başlamak istedim ve vampir dediğimizde konuyu özet geçecek tek karakter hiç şüphesiz ki Niklaus Mikaelson'ın ta kendisidir.

Klaus karakterinin ekranlarla tanışması The Vampire Diaries dizisinin ikinci sezonunda gerçekleşir. İlk baştan şunu bilmeniz gerekir ki Klaus katıksız bir kötü adamdır ve diziye girişi de tam olarak böyle olur. O bin yaşında bir şeytandır ve gücünün herhangi bir sınırı yoktur. Klaus sadece ilk vampir olma özelliğini taşımaz. Babası bir kurtadam olduğu için Klaus bir çeşit kurtadam/vampir melezidir ki bu yüzden ailesinin dahi geri kalan üyelerinden çok daha güçlüdür.

Vampire Diaries'te dördüncü sezona kadar varlığını sürdüren Klaus karakteri zaman içinde gelişir tabir-i caizse resmen evrimleşir. Zira karakter hala kötü, bencil, saplantılı, zalim, kontrol manyağı, narsist ve daha bir çok onaylanamayacak özelliği taşısa da onun bu halinin sebepleri öylesine iyi işlenir ve öylesine güzel anlatılır ki karakterle empati kurmayı bir türlü engelleyemezsiniz.

Bir süre sonra adam her ne  yaparsa yapsın affettiğinizi ve affedebileceğinizi fark etmek sizin içinde zannediyorum ki sarsıcı olacaktır. Klaus Mikaelson aynı zamanda The Vampire Diaries içinde inananılmaz durumlar yarattı. Elena&Damon&Stefan aşk üçlüsü gibi tırt bir hikayenin önüne geçip tek başına dizinin lokomotifi olarak bütün diziyi sırtladı ve bambaşka bir yere götürdü.

Sonunda durum öyle bir hale geldi ve izleyiciler tarafından Klaus ve ailesi öyle çok sevildi ki diğer The Vampire Diaries karakterleri artık kısıtlayıcı bir ayak bağına dönüştü. Bu noktada Mikaelson ailesi için yepyeni bir dizi düşünüldü. The Originals. Bu dizi orjinal vampirlerin hayatına odaklandı ve bir kızın iki erkek kardeş arasında kalmasının bayık hikayesinden dizi kurtulmuş oldu.

Karakterin başlangıcını ve gelişimini böyle özet geçersek biraz daha karakter özelliklerine değinebilirim. Klaus ailesinin üvey oğlu başka bir deyişle "piç" ve bunun acısını bir türlü atlatabilmiş değil. Öz annesinin böyle bir şey yapması, öz babasının onu üvey babasının eline terk etmesi ve üvey babasının hayatını ona eziyet etmek üzerine kurgulaması Klaus'un bugün olduğu o korkunç adamın asıl sebebi.

Tabii bu durum bin yıldır süren kronik bir ihanet çemberi halini alınca Klaus herkesi çevresinden uzaklaştıran, ihanete uğramaktan korktuğu için sürekli ihanet eden, kandırılmak istemediği için herkesi kandıran, sevmekten ödü koptuğu için insanlarla etrafına çelik gibi korku duvarları ören acı içinde bir adam. Her kadının istisnasız kurtarmak isteyeceği travmalı erkek Klaus'un ta kendisi. Her ne yapmış olursa olsun son anda merhametini ve içindeki insanlığı küçücük detaylarla ortaya çıkarıp herkesin tekrar tekrar hayranlığını kazanan bir efsane o.

Karakteri canlandıran Joseph Morgan'ın inanılmaz yakışıklılığı ve duyulmaya, dinlenmeye değer o harika aksanı Klaus karakterini hiç şüphesiz ki bambaşka bir yere taşıyor. Bu karakterle tanışmışsanız muhtemelen hislerimi paylaşıyorsunuz ama eğer tanışmadıysanız bu hatadan erkenden dönmenizi öneriyorum.

Küçük bir tavsiye olarak çok, çok ve çok boş zamanınız varsa Klaus karakterinin geçmişini ve Katerina Petrova'yla geçen olayları ayrıntılı biçimde öğrenmek için izlemeye The Vampire Diaries'tan başlamanızı öneririm. Vaktiniz yoksa ne yapacağına gelirsek iyi bir haberim var. The Originals herkesin izleyebileceği bir dizi. Bütün olayların ve karakterlerin geçmişinin kısa kısa flashback'lerle anlatıldığı bir yapım o yüzden The Originals'ten başlarsanızda hiçbir kaybınız olmayacaktır. Hatta Klaus'u izlerken kazancınız olacağına kendi adıma emin gibiyim.

Herkese Keyifli Seyirler...


8 Mayıs 2015 Cuma

Bedri Rahmi Eyüboğlu ve Çağdaşlarından Mektuplar “Biz Mektup Yazardık” Sergisi’nde!

İş Sanat Kibele Galerisi’ndeki “Biz Mektup Yazardık” Sergisi geçmişi günümüze taşıyor.


Bursa’nın ufak tefek yolları

Ağrıdan sızıdan tutmaz elleri

Tepeden tırnağa şiir gülleri

Yiğidim aslanım burda  yatıyor




İşte mürekkep bu dizelerdeki gibi damlar Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun kaleminden… Sanatçı, 64 yıllık hayatına sığdırdığı sanat tutkusunu, aşklarını, sevinçlerini, hüzünlerini, dostluklarını çocukluğunu ve ilk gençlik yıllarını geçirdiği Anadolu’nun naifliğiyle yakın dostu Nâzım Hikmet’e yazdığı bu dizelerdeki gibi aktarır kâğıda ve tuvallere… Onun şiirlerindeki ve tablolarındaki narlar, dutlar, ayvalar kimi zaman sevdiği kadına duyduğu özlemi kimi zamansa amansız bir kara sevdayı anlatır. Babasından Batı Edebiyatı’nı, annesinden Yunus Emre’yi, Karacaoğlan’ı öğrenen sanatçı Anadolu’nun toprak damlı evlerinden, İstanbul’un martılarından, köpüren denizinden, Âşık Veysel’in sazından dem vurur…


Bedri Rahmi Eyüboğlu iç dünyasını tuvallere ve şiirlere aktarırken sanat, edebiyat, siyaset ve iş dünyasının önemli isimleriyle gerçekleştirdiği, yaşadığı döneme ışık tutacak mektuplaşmaları da tarih yolculuğundaki yerlerini alıyor.  Güzel Sanatlar Akademisi’nde başlayıp Paris’te süren eğitim hayatından, resim tutkusunun peşinden gittiği Anadolu’daki yurt gezilerine kadar sanatçının yaşamından birçok kesiti yansıtan mektuplar, “Bedri Rahmi Eyüboğlu ve Çağdaşlarından Mektuplar - Biz Mektup Yazardık” Sergisi ile İş Sanat Kibele Galerisi’nde ilk kez gün yüzüne çıkıyor.


Sergi, hem sanatçının kaleme aldığı hem de kendisine gelen yüzlerce mektubun Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları tarafından uzun soluklu ve titiz bir çalışma ile kitaplaştırılmasına paralel olarak hayata geçiriliyor. Sanatçının gelini Hughette Eyüboğlu’nun hazırladığı, editörlüğünü Rûken Kızıler’in üstlendiği kitabın ve serginin tasarımı Emre Senan tarafından gerçekleştirildi.


Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun Avrupa’da öğrenci olduğu günlerden Akademi’de öğretmen olduğu günlere pek çok anıyı barındıran mektuplar, orijinal olarak sahiplerinin kendi ifadeleriyle ve kendi imzalarıyla ziyaretçilere ulaşıyor. Sadece ressam ve şair olarak değil mozaik, seramik, vitray ve yazma sanatçısı, heykeltıraş, öğretmen ve yazar kimlikleriyle de sanatımıza kalıcı eserler bırakan Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun pek çok isimle sürdürdüğü yazışmaları aynı zamanda sanatçılar arasındaki kuvvetli bağı da gözler önüne seriyor. Her biri tarihi belge niteliğindeki mektuplar; sanatçıların o dönemde yaşadığı ekonomik sıkıntılara dair fikir verirken, yaşanan zorlu koşullara rağmen gerçekleştirdikleri idealleri ile tarihe not düşürebilmeyi başarmış bu insanların umutlarını yitirmediklerini de en iyi şekilde ortaya koyuyor.


Sanatçının Nâzım Hikmet, Ahmet Hamdi Tanpınar, Fikret Muallâ, Âşık Veysel, Adalet Cimcoz, Orhan Veli Kanık, Necip Fazıl Kısakürek, İbrahim Çallı, Andre Lhoté, Fahrünisa Zeid, Abidin Dino, Reşat Nuri Güntekin, Cemal Tollu, Nurullah Berk ve Arif Kaptan ile mektuplaşmalarının her biri ziyaretçilerde ayrı bir tat bırakmayı vaat ediyor. İş dünyasının önde gelen isimleri Vehbi Koç ve Nejat Eczacıbaşı’nın mektupları da Eyüboğlu arşivinin önemli parçaları arasında yer alıyor.


Serginin bölümlerinden biri de Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun yaşamını şekillendiren iki kadın, eşi ressam Eren Eyüboğlu ve büyük aşk yaşadığı, “Karadutum” dediği Mari Gerekmezyan ile mektuplaşmalarından oluşuyor. Eren Eyüboğlu, büyük aşk yaşadığı Karadut’u sonsuzluğa uğurladıktan sonra eşinin elini bırakmayarak o zor günleri atlatmasına ve resme odaklanmasına yardımcı olacak kadar güçlü iken, diğer taraftan Mari Gerekmezyan ise ölümünün ardından bile gözlerini yaşartacak kadar sevdalı olduğu bir isim.


64 yıllık yaşamına çok şey sığdıran Bedri Rahmi… 


İş Sanat Kibele Galerisi’nde çağdaşlarıyla yazışmalarının ilk kez gün yüzüne çıktığı “Bedri Rahmi Eyüboğlu ve Çağdaşlarından Mektuplar - Biz Mektup Yazardık” Sergisi ile anılan sanatçının hayat hikâyesi Trabzon’da başlar. Takvimler 1911 yılını gösterdiğinde Görele Kaymakamı Mehmet Rahmi Bey ve Lütfiye Hanım’ın ikinci çocuğu olarak hayata merhaba der. Asıl adı olan Ali Bedrettin, zaman içinde önce Bedir’e sonra Bedri’ye dönüşür.  Babasının görevi dolayısıyla yerleştikleri Trabzon’daki lise resim öğretmeni ünlü ressam Zeki Kocamemi tarafından keşfedilir. Sanatçı yine bu dönemde edebiyata da merak salar ve ilk şiirlerini yazmaya başlar.


1929’da İstanbul Güzel Sanatlar Akademisi’ne giren Bedri Rahmi Eyüboğlu, Nazmi Ziya ve İbrahim Çallı gibi Türk resminin mihenk taşlarının öğrencisi olma şansına erişir. Edebiyata olan ilgisinin üzerine düşer ve Ahmet Haşim’den estetik ve mitoloji dersleri alır. 1930’larda hayat onu bu kez Fransa’ya götürür. Dijon ve Lyon’da bir yandan çalışarak Fransızcasını geliştirmeye çalışırken, bir yandan da Gauguin, El Greco, Cezanne gibi beğendiği ressamların eserlerini kopya eder. Sanatçı, ileride hayatını birleştireceği Ernestine Letoni (Eren Eyüboğlu) ile de Fransa’da tanışır. 1940’lı yıllara gelindiğinde kalbine “kara saplı bir bıçak” gibi saplanan Mari Gerekmezyan girer. Asistanlık yaptığı Güzel Sanatlar Akademisi’nin heykel bölümüne misafir öğrenci olarak gelen Mari Gerekmezyan, Bedri Rahmi’nin bir büstünü yapar, sanatçı bu büste duyduğu minneti Mari’nin çeşit çeşit portrelerini yaparak ve ona şiirler yazarak yanıtlar. Artık bütün İstanbul ve elbette Eren Eyüboğlu bu tutkulu aşktan haberdardır. Bedri Rahmi Eyüboğlu 1975 yılındaki ölümüne kadar geçen çeyrek asrı aşkla, resimle, edebiyatla, dostlarıyla, dönemin önde gelen kültür ve düşünce insanlarıyla bir arada geçirir.


Meraklıları için 5 Mayıs - 20 Haziran arasında İş Sanat Kibele Galerisi’nde ziyaret edilebilecek “Bedri Rahmi Eyüboğlu ve Çağdaşlarından Mektuplar - Biz Mektup Yazardık” Sergisi, sanat ve kültür tarihimizde eşine az rastlanır bir iz bırakmayı vaat ediyor. Sergide orijinal el yazılı mektuplar ve sanatçının çizimleriyle süslediği desenli zarfların yanı sıra mektuplaşılan isimlerin Bedri Rahmi Eyüboğlu tarafından yapılmış portreleri de yer alıyor. Serginin ziyaretçilerini güzel bir sürpriz de bekliyor. İsteyen katılımcılara, sanatçının desenleriyle hazırlanmış mektup ve zarflarla sevdiklerine yazma imkânı sunuluyor. Şimdi özlemle andığımız eski günlerdeki gibi mektup yazma zamanı!




Bir boomads advertorial içeriğidir.

6 Mayıs 2015 Çarşamba

SERAPHINA - RACHEL HARTMAN


Arkadaşlar bugün Seraphina isimli kitap ile ilgili yorum ve görüşlerimi sizlerle paylaşacağım. Seraphina kapağını beğenerek satın aldığım uzun zamandır da kitaplığımda okunmayı bekleyen kitaplar arasındaydı. Fantastik türünü zaten oldum olası sevdiğimden mutlaka bir şans vermek isterim bu tarz kitaplara. Ancak bu defa aradığımı bulmadım ne yazık ki.

Yani şöyle anlatayım yazar bir dünya yaratmaya çalışmış. Yeni bir dünya. Bu dünyada ejderhalar ve insanlar bir çeşit anlaşmaya varmışlar ve savaşı sonlandırmışlar. Efendim ejderhalar insana dönüşüyor ama bir çeşit koku salıyorlar, saartrans gibi garip bir deyim uydurmuş  falan filan. Kısacası sevmedim hem de hiç sevmedim.

Gorred krallığı adında bir krallıkta yaşıyorlar. Ejderler ile insanlar arasındaki korkunç savaşı bitireli kırk yıl olmuş ama hala birbirlerine güvenmiyor ve tırsıyorlar. Seraphina bir melez yani yarı ejder yarı insan gibi bir şey. Bu durumu ortaya çıkınca vücudunda da pullanmalar başlıyor. Zihninde bir takım ucube varlıklar ile iletişim halinnde. Bunlar sonradan öğreniyoruz ki diğer melezlermiş. Saçma sapan bir kitaptı. Hiç keyif almadım diyebilirim okurken. 

Bir defa her şeyi geçtim genç bir kızın vücudunda pullar çıkması son derece iğrenç. Bu pulları her sabah yıkayıp yağlamak zorunda kalması, bakımını yapmazsa kaşınması falan  yani söyleyecek söz bulamıyorum. Çok yadırgadım. Lütfen değerli takipçilerim beni affedin ama bunu okurken gerçekten aşırı rahatsız oldum. Neymiş efendim? Annesi ejderhaymış. Olmasaymış efendim demek ki kuralların bir nedeni varmış. Bu arada yaşadıkları dünyada çok katı kurallar var saar denilen ejder-insan karması ile normal insanların sevgili olması falan feci yasak.

Babası olacak insan başlarda kızını aşırı korumacı davranırken, sonrasında bir umursamazlık bir vurdumduymazlık bravo yani. Dayısı olan Orma karakteri fena değildi. En azından biraz daha sorumluluk sahibiydi belki bir eğitmen olmasının getirdiği bilinçle. Kızın dedesi ise zaten tam bir bombaydı. Herifi kendi öz oğlu öldürdü falan evlere şenlik yani.

Kızımız aşırı derecedeki müzik yeteneği ile saraya girip müzik üstadının yardımcısı olmayı başarıyor. Kraliyet ailesinden de prensesin nişanlısı prens Lucian Kiggs'e tutup aşık oluyor. Yani bu ne hadsizlik kardeşim. Sen normal bir insan dahi olsan prensesin nişanlısı olan bir prense aşık olmak ve bunu aleni olarak belli etmek ne mümkün? Üstelik senin durumun ortada.

Yalnız yazarı tebrik ediyorum. En son sahnede prense kızın pullarını öptürüp de kızı topuklarına kadar güya titretti ya yani orada kesinlikle bu kitapla zaman kaybettiğimi fark ettim. Bu sahne bünyede farkındalık yarattı. Kısacası asla önermiyorum.

                                                                   Herkese Keyifli Okumalar...

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...