30 Ocak 2014 Perşembe

OKUMAK YA DA OKUMAMAK İŞTE BÜTÜN MESELE BU!


başlık olarak shakespear'in ünlü tiradının başlangıcını kendime uyarladıktan sonra sanırım meramımı anlatabilirim.. ne yazık ki ülkemizdeki okuma oranları beni gerçekten çok rahatsız ediyor. takdir edersiniz ki bu ülkede kitap okumak ciddi mevzu.. sürekli lakaplarla boğuşmak, yeter artık gözlerin bozulacak türünden türlü çeşit tacizlerle muhattap olmak zorundasınız. huzur içinde okuma alışkanlığı edinebilen kaç kişi vardır ki türkiye'de?

son zamanlarda özellikle bu durumda bir değişim gözlemliyorum artık insanlar biraz daha çok kitap okuyor ister alacakanlık olsun isterse elli tonlu gri.. insanları okumaya teşvik eden her neyse kendisi benim için çok kıymetli edebi değerini tartışacak değilim. kendi küçüklüğümü düşünüyorum ve bireysel, ailesel, toplumsal olarak nerede hata yaptığımızı bulmaya uğraşıyorum.

şöyle bir gerçek çıkıyor benim karşıma. kitap okumayı bir hobi, bir kültürel aktivite, kendini geliştirmenin bir parçası olarak sunmuyoruz insanlara bir ödev olarak dayatıyoruz. benim okuma serüvenim küçük yaşlarda başladı. 12 yaşında falan diyebilirim ortalama olarak ama öncesini de hatırlıyorum. sert bir hocamız vardı okulda iyiydi, hoştu ve farkındayım bize okuma bilinci kazandırmaya çalışıyordu ama bir ödev olarak "okuma" bir insana yapılabilecek en büyük işkencelerden olsa gerek.


edebiyat, okuma kültürü bir çeşit sabır işi önce tohumları atmak, filizlendirmek, büyütmek, kök salmasına izin vermek gerek. tepeden inme bir şekilde yürü git ömer seyfettin oku demek bir fidana salıncak kurmak gibi sadece fidanı kırmaya yarayacaktır. aynı hikaye benim başıma şeker portakalı'yla geldi söylemekten utanıyorum ama hala adını bile duyunca tüylerim diken diken oluyor ve şu yaşıma rağmen okumuş, okumayı denemiş bile değilim.

peki bendeki bu kitap kurtluğu hadisesi nasıl başladı derseniz bende size voldemort tonlamasıyla harry potter derim aksanlı aksanlı :)

evet kaşağı değildi, evet şeker portakalı değildi ama benim için bir binanın temeli oldu. velhasıl kelam okumaya bakış açısını değiştirmeli. klasik okuyacaksın, edebiyat okuyacaksın diye ta küçüklükten insanları okumaktan edebiyattan soğutmamalıyız. karşıma geçip aşk-ı memnu'nun kitabını yazmışlar diyen insanlar oluyor ne diyeceğimi dahi bilemiyorum ben. yapmayın yazıktır.

bu kadar toplumsal mesaj ve tespitten sonra size kendi deneyimlerimle kitap okumanın faydalarından bahsedeyim.. korkmayın, korkmayın bilmem kaç tane beyin hücresi gelişiyormuş, oluyormuşsun bir einstein diye istatiksel bilgilerle klişelerden klişelere koşacak değilim. her zaman söylediğim gibi blog'um kişisel ve yazılarım tamamen subjektif.


1) ilk olarak bana göre en önemli getirisi çokça geniş bir genel kültürdür. üstelikte bunun için illa ki yemeden içmeden tolstoy okumanız gerekmez. hiç beklemediğiniz bir anda hiç ummadığınız bir kitapta her an kullanabileceğiniz, bir ortamda görüş bildirebileceğiniz bir bilgiye, bir konuya rastlayabilirsiniz.


2) bu getirisi daha çok öğrencileri ilgilendiriyor ki o da şu; hızlı okuma ve okuduğunu anlama. şimdi övünmek gibi olmasın ama arkadaşlarım üniversite sınavına hazırlanırken uzun paragraf sorularına bakar bakar ağlanırken benim okumam, kavramam ve cevaplamam saniyelerle mukayese ediliyordu. şimdi de okuduğum bölüm nedeniyle kilometrelerce uzunluktaki makalelerle gayet iyi geçinmekteyim.


3) yüksek sesle okuma ve diksiyon ki bu da bence çok önemli konulardan biri.. burada şimdi salak salak kendimi övüyormuş gibi oluyor ama bunlar bana özel etkiler değil eminim çoğu kişi farkındadır zaten. kelime dağarcığınız genişledikçe çok daha az kelimede telaffuz hatası yapar hale geliyorsunuz.. ve yine aynı şekilde yüksek sesle bir metin okumanız gerektiğinde adeta sesli kitap akıcılığında oluyor ki şu gün koskaca C.E.O.'ların bile ııııı-aaa-hmm diyemeden okuyamadığı bir memleketteyiz o yüzden bu dediklerimin önemi gerçekten bariz.


4) insan dediğimiz organizmayı diğer hayvan türlerinden ayıran hayal gücü, bilme, öğrenme ve yaratma  arzusudur. kitaplar hayal gücünüze yepyeni kapılar açarken bilgi açlığınızı ve insan olmanın erdemini de sizin önünüze koyacak, kendinizi gerçekleştirmenize yardımcı olacakdır. çok gezen mi çok okuyan mı denkleminde çok okuyanın bildiğine taraftarım ben.


5) kitaplar insanlara sınırsız dünyalar açar ve ben bunun ruh sağlığınıza çok iyi geldiğine de inanıyorum. yalnızlık çağın en büyük problemi, kimin şu hayatta gündelik sıkıntıları yok ki? kaç tanemiz hiç haketmediği hallerde çok çirkin haksızlıklara uğradı kim bilir. kitaplar birer sığınaktır. hem de öyle sığınaklardır ki hiç bir saldırı, hiç bir müdahale beyninizin surlarını geçip sizi en zengin filmden daha zengin görsellikteki edebi sarayınızdan çıkaramaz. içine girdiğiniz dünyada, büründüğünüz kişilikle güvendesinizdir. bundan daha büyük bir lüks hayal edebileniniz var mı? açıkçası ben edemiyorum..

o halde;

herkese keyifli okumalar.. bir yerden başlayın, vazgeçemeyeceksiniz..


Konuyla ilgisi yok ama çok tatlı :)





28 Ocak 2014 Salı

MUTLAKA OKUNMASI GEREKEN EFSANE ROMANLAR



 "içim yanarr içim kanarr daa.. isyeeaaaannnnnnnnnn :):)"

işte size içinde bulunduğum ruh halinin bir özetini geçtim. çok dertliyim, çok huzursuzum.. atmosfere sığamıyorum açıkçası moralim yerlerde ama ne yazık ki bu blog kişisel de olsa o kadar da kişisel değil.. kitap blogu dedik, kitap blogu diye başladık şimdi burada ağlak ağlak şeyler yazarsam; olmaz olmaz bu iş olamaz.. :)

yine de patlamak üzere olan bir düdüklü tencereye benzetirsek psikolojimi böyle ilk paragraflarda biraz hava boşaltıp sonra asıl meseleye döneceğim uzun zamandır aklımdaydı açıkçası böyle bir liste de hem türün sevenlerinin  keşfettiği yeni bir kitap bulunabilir hem de  henüz o türle buluşmamış okuyucuya nereden başlayacağı hakkında derin ve veciz fikirlerimi ortaya atabilirim :)

yıllar, yıllar ve yıllar süren okuma maceralarımda benimde aklımda kalan, kalbimde kalan kitaplar oldu; olmadı değil :)

zaten yeniden, eskiden ne okuduysam gelip buraya döküyorum, saçıyorum dilim döndüğünce anlatıyorum ki sağolun beğeniyorsunuz da :) yine de küçük bir tiyo ya da tüyo vereyim -nasıl yazılıyordu emin olamadım çaktırmayın- bir blogger'ın en büyük derdi kendini anlatmaktır yani diğer bir deyişle okunmaktır.. günde ortalama 150-200 ziyaretçi oluyor sayfamda sevindikçe seviniyorum falan felan da :) kalbimi kazanmak istiyorsanız yorum yapmalısınız :) evlat ayıran anne modeli gibi oluyorum sizin yüzünüzden yorum alan yazılarımı içten içe daha bir seviyorum falan :) mutlu edebilirsiniz beni ki sevapta olur bence :)

bu kadar boş lakırdıdan sonra konuya giriyorum buraya yazdığım bütün kitapların incelemeleri, yorumları mutlaka gelecek ama şimdilik sadece adı ve tanıtım yazısıyla idare edeceksiniz :)

1) HANNIBAL


Hannibal Lecteri zihninizin sarayına davet edin ki onunkine davet edilesiniz. Saraylarınızın arasıdaki benzerliğe bakın rüyalarınızın yüksek kubbeli odalarına, gölgelerin dolaştığı koridorlara, içine girmeye cesaret edemediğiniz bodruma, müziğe ve duvarın arkasından gelen boğuk çığlıklara. Son on yılın büyük bir heyecanla en çok beklenen kitaplarından biri olan bu yapıtta, Thomas Harris bir kez daha bizi, seri cinayetler işleyen bir katilin, sinsice gelişen kötülüklerin, psikolojik belirsizliklerin gövde gösterisine davet ediyor.

Dr. Hannibal Lecterin hücresinden kaçışının, Özel Ajan Clarice Starlingin en yüksek güvenlik önlemlerinin alındığı tehlikeli deliler hastanesinde onunla görüşmesinin üzerinden yedi yıl geçmiştir. Dr. Lecter, ihtiyatsız bir dünyanın keyfini çıkarıp elini kolunu sallaya sallaya tarifsiz zevklerinin peşinde dolaşmaktadır. Ama Starling, Dr. Lecter ile karşılaşmasını unutmamıştır ve onun nadiren kullandığı paslı sesi rüyalarında yankılanmaya davet etmektedir. Mason Verger de Dr. Lecterı unutmamıştır, üstelik intikam onda bir saplantı haline gelmiştir. Mason, Dr. Lecter yüzünden bir soluk makinesine bağlı olarak yaşamak zorundadır. Yine de dünya ölçeğinde ördüğü ağda en küçük bir kıpırtıyı bile fark edebilmektedir. Mason sonunda Dr. Lecterı nasıl tuzağına düşüreceğine karar verir. Dünyanın en zarif ve en masum görünüşlü yemini sunacaktır ona.

Güçlü, büyüleyici ve sonuna kadar özgün olan Hannibal, hayal gücünüzü bile şaşırtarak tüylerinizi diken diken edecek bir roman. Kendinizi cehennemin derinliklerine hazırlayın!..

2) HANNIBAL DOĞUYOR


Hannibal Lecter korkudan dili tutulmuş bir durumda, boynuna dolanmış bir zincirle Doğu Cephesi'nin karlarla kaplı topraklardan bir kabus gibi doğdu. Genç Hannibal, dünyada yapayalnızdır, tek yakını şeytanlarıdır.
Hannibal'in ünlü bir ressam olan amcası onu Rusya'da bir yetimhanede bulur ve beraberinde Fransa'ya getirir. Hannibal, Fransa'da, amcası ve egzotik güzel yengesi Lady Murasaki ile birlikte yaşamaya başlar.

Lady Murasaki, Hannibal'i tedavi ederek iyileşmesine yardımcı olur. Yengesinin yardımıyla sağlığına kavuşan Hannibal, Fransa'da tıp fakültesine kabul edilen genç öğrencilerden biridir. Fakat Hannibal'ın şeytanları onu sık sık ziyaret eder. Ancak yaşı ilerleyince bu kez Hannibal şeytanlarını ziyaret etmeye başlar. Akademik bilgisinin arkasında çok daha derinle inen Tanrı vergisi yeteneklere sahip olduğunu keşfeden Hannibal Lecter bir ölüm meleğine dönüşür.

3) SİCİLYALI


Sicilyalı, Mario Puzo'nun eserleri içinde bir köşe taşıdır. Bu kitapta; cinayetin, adaletin ve ihanetin romantik ve unutulmaz öyküsünü bulacaksınız.

"Michael Corleone'nin Sicilya'daki sürgünü sona eriyor. Fakat Baba'sının talimatlarına göre Salvatore Guiliano adlı genç adamı da, -eğer bulabilirse- yanında götürecektir. Bu vahşi ve yabancı topraklarda, ihanetlerin ortasında Michael, onu saran entrikalar labirentinde yolunu bulmaya çalışırken; Guiliano da kendini, Sicilya mafyasının Capo di Capi'si (Babaların Babası) Don Croce ile son bir savaşa hazırlamaktadır."

4) BABA


Şiddet dolu, katı, kırılan ama bükülmeyen bir gelenek. Gerekirse kanla korunan alternatif bir ahlak. Bir jest olarak ölünen ve öldüren, stilize bir savaş.. Hatırlanacak ve unutulacak ne çok şey var...Soluk kesici bir roman, soluk kesici bir film...


5) SİMYACI


Simyacı, dünyaca ünlü Brezilyalı yazar Paulo Coelhonun üçüncü romanı. 1996 yılından bu yana Türkiyede de çok okundu, çok sevildi, çok övüldü bu kitap. Bir büyük Doğu klasiği olan Mevlânanın ünlü Mesnevîsinde yer alan bir küçük öyküden yola çıkarak yazılan bu roman, yüreğinde çocukluğunun çırpınışlarını taşıyan okurlar için bir "klasik" yapıt haline geldi.

Simyacı, İspanyadan kalkıp Mısır piramitlerinin eteklerinde hazinesini aramaya giden Endülüslü çoban Santiagonun masalsı yaşamının öyküsü. Ama aynı zamanda bir "nasihatnâme"; "Yazgına nasıl egemen olacaksın? Mutluluğunu nasıl kuracaksın?" gibi sorulara yanıt arayan bir yaşam ve ahlak kılavuzu. Mistik bir peri masalına benzeyen bu romanın, dünyanın dört bir yanında bunca sevilmesinin gizi, kuşkusuz bu kılavuzluk niteliğinden kaynaklanıyor.

Simyacıyı okumak, herkes daha uykudayken şafak vakti uyanıp, güneşin doğuşunu izlemeye benziyor.

6) BİN DOKUZ YÜZ SEKSEN DÖRT


Yirminci yüzyılın en önemli yazarlarından biri olan George Orwell, 47 yıllık yaşamına iki başyapıt sığdırmıştır; Hayvan Çiftliği ve Bin Dokuz Yüz Seksen Dört. 1945 yılında yayımlanan Hayvan Çiftliğinde, bir grup hayvanın kendilerini sömüren insanların yönetimini devirip eşitlikçi bir toplum kurmaya çalışmasının öyküsü anlatılır. Bir siyasal yergi başyapıtı sayılan Hayvan Çiftliğini 1949da Bin Dokuz Yüz Seksen Dört adlı roman izledi.

Orwellin bu son kitabı, her şeyin tümüyle devletin denetiminde olduğu belleksiz ve muhalefetsiz bir toplum tehlikesine karşı yürekten bir uyarı niteliğindeydi. Dünyanın sürekli birbiriyle savaşan üç totaliter polis devletinin egemenliği altında olduğu düşsel bir gelecekte geçen roman, hem o dönemde hem de sonraki yıllarda çok sayıda okuru derinden etkileyecek, güncelliğini hiç yitirmeyecekti.


7) GÖLGE HIRSIZI


 "Sen benim gölge hırsızımsın; nerede olursan ol, seni bulacağım."
Babası tarafından terk edilmiş, çocukluğu boyunca annesiyle birlikte sıradan bir kasabada yaşayan kahramanımızın özel bir yeteneği vardır: Peşine gölgeler takılır, ona hep bir şeyler fısıldar...
Yıllar geçmiş, bahçesindeki kestane ağaçlarının altında oturduğu okulunu, babasıyla annesinin birbirlerini sevdikleri zamandan kalma o soluk fotoğrafları ardında bırakarak yeni bir hayata başlamıştır. Ne var ki tekdüze hayatı ve bir türlü ismini koyamadığı ilişkisiyle içindeki özlemi dindirememekte, ona fısıldayıp duran gölgelerden bir türlü kurtulamamaktadır.

Bir kıyı kasabasına yolunun düştüğü bir gün, hüzün dolu geçmişinin, peşini bırakmayan gölgelerin sırrı yavaş yavaş çözülmeye başlar. Yıllar önce geldiği bu kumsalda, gölgelerinin birbirine karıştığı ilk aşkının izini bulacak ve onun peşine takılacaktır.

Belki de, bir sandığın içine sakladıkları o uçurtmayı yerinden çıkarmanın zamanı gelmiştir artık...
Gölge Hırsızı, ardımızda bırakamadığımız anları, anıları ve aşkları anlatıyor. Yani peşimize takılan, kurtulamadığımız gölgeleri...

8) KIZIL NEHİRLER


Biz Efendileriz, Biz Köleleriz. Biz Her Yerdeyiz, Hem de Hiçbir Yerde. Biz Karar Verenleriz. Kızıl Nehirlerin Hakimiyiz. Kalbinize güvenmiyorsanız ya da ocakta yemeğini varsa, bu kitabı okumaya başlamayın. grangenin sınır tanımayan hayal gücü, sürekli artan gerilim, etkileyici karakterler, birbirinden korkunç cinayetler; hepsi daha ilk satırlardan itibaren size hükmedecek... "Kızıl Nehirler" sadece Fransada 450 000 sattı ve 20 dile çevrildi.

Soluk kesen bir tempo. İnsanı hemen saran bir hikaye. Çok gerçekçi şiddet sahneleri. İki sıradışı insanın çevresinde gelişen olaylar: biri enerji dolu, tecrübeli bir polis, diğeri sokaklardan gelme Mağripli bir çaylak...

9) OLASILIKSIZ


Bir sabah, yıllardır görmediğiniz bir arkadaşınızı düşünerek uyandınız. Bir saat sonra, onunla sokakta karşılaştınız. Sizce bu sadece bir tesadüf mü, yoksa çok daha farklı anlamı olabilir mi?
Siz hiç Lotoda büyük ikramiye kazanmadınız. Ama birileri kazanıyor. Hem de sürekli! Onlar sizden daha mı şanslılar?

Şans nedir gerçekten? İçinizde bütün paranızı kırmızıya yatırmanız gerektiğini söyleyen bir his var. Bu his bir öngörü müdür? Yoksa daha fazlası mı?
Yolda gidiyorsunuz. Kafanızı çevirip yandaki küçük parka baktınız ve bir anda bu anı daha önce de yaşamış olduğunuzu hissettiniz. Evet, Deja Vu. Sizce nedir Deja Vu; Geçmiş mi, rüya mı, yoksa geleceği mi görüyorsunuz?
Eğer siz de kontrölün kimde olduğunu merak ediyorsanız, Olasılıksız tam size göre bir roman.

10) EMPATİ


Yaşamınızın kontrolü sizde değil! Öyle olduğunu düşünebilirsiniz, ama yanılıyorsunuz. Elbette ki kendi kararlarınızı kendiniz vermekte özgürsünüz. Bu kitabı kapatabilirsiniz. O sandalyede oturmaya devam edebilirsiniz. Ya da gözlerinizi oymak gibi çılgınca bir şey yapabilirsiniz. Ne isterseniz yapabilirsiniz. Ama sorun şurada: Ne isteyeceğinizi kontrol edemezsiniz. Her davranışınızı önceden belirleyen arzularınız ruhunuzun o kadar derinlerine işlemiştir ki, onlara dikkat bile etmezsiniz. Ve bu da sizi mükemmel bir köle yapar. Bu nedenle, hayatınızı yaşamaya devam edin. Ne isterseniz yapın. Sadece isteklerinizin tümüyle sizin kontrolünüzde olmadığı gerçeği üzerine kafanızı çok fazla yormamaya çalışın.

24 Ocak 2014 Cuma

YOLUN SONUNDAKİ OKYANUS (THE OCEAN AT THE END OF THE LANE) - NEIL GAIMAN


ne diyeceğimi gerçekten bilemiyorum aslında ciddi ciddi şaşkınım ve kafam karışık neil gaiman sürekli adını duyduğum ve her zaman övgüyle bahsedilen bir yazardı. ben sürekli istesemde nedense unutulup gidiyordu bir türlü okunamadan..

yolun sonundaki okyanus benim yazarla tanışma kitabım oldu bu yüzden ve gerçekten beni inanılmaz şoke etti kitap sürekli kendimi tekrarladığımın farkındayım ama gerçekten hiç beklemediğim bir tarzla karşılaştığım için beni mazur görün..

yazarın zaten fantastik yazdığını biliyordum ama artık kafamızda fantastik nasıl bir tanım oluşturmuşsa biribirine aşık olan iki ergenden bağımsız bir fantastik düşünemez hale gelmişim ben yoksa bu kadar şaşırmam başka türlü açıklanamaz..

orta yaşlı bir adamın ağzından başlayan hikaye önceleri gayet sıradan hani normal günlük hayatta geçen hiçbir fantastik öğe içermeyen bir kitap olarak çıkıyor karşına yolun sonundaki okyanus. çocukluğunda yaşadığı evi ziyaret eden bir adam ve onun geçmişe dair anıları, buhranları olarak başlayan şey birden bire 7 yaşında bir çocuğun anlattığı fantastik bir romana dönüşüyor.

üstelik o kadar masum ama o kadar gerçek bir anlatımla oluyor ki bu.. alacakanlık, vampir günlükleri, ne bileyim ya da anita blake serisi, en son okuduğum lux serisi.. yani bildiğimiz fantastiklerin hepsi karizma kasıyor, etkiliyeci dövüşler, etkileyici bakışlar, tavırlar anita'nın içi boş şeytani gülümsemeleri özellikle bilinir elinde silahla birini öldürmeye karar verdiği anda oluşan kendini bile korkutan o gülümseme.. ben mesela bu anlatılan sahneyi kamera açılarından, ışıklara kadar ağır çekimde hayal edebiliyorum ne bileyim sanki her şey kameralara oynuyor.. oysa bu kitap böyle değildi doğallığı, yalınlığı çarpıcı bir şekilde sadece 7 yaşında bir çocuğun dikkat edebileceği detaylarıyla romantizmden uzak fantastik gibi fantastik bir kitaptı.. nedense bana çok iyi geldi belki de ne okursam okuyayım aslında sürekli aşk romanı okuduğum için bu kitap bana bu kadar çarpıcı gelmiş olabilir iyi bir aşk hikayesini hiç bir şeye değişmem ama çelik grisi gözleriyle delici bakışlar atan milyonerlerle arama biraz mesafe koysam da olur..  bekle beni neil :)

kitap hakkında çok fazla şey yazamadım takdir edersiniz ki spoiler verecek en ufak bir detaya girmek istemiyorum. kitap alınmalı mı? evet iki saattir övgüyle ve heyecanla bahsettiğime göre alın arkadaşlar kitap okunmaya değer ben çok beğendim :)  neil gaiman'ın en iyi ve ünlü kitabı amerikan tanrıları diye duymuştum ama fark etmez.. artık kendisi benim için favori yazarlar listesinde sanırım bir süre artık buna takarım ben kafayı bütün eserler bitirilecek :)

keyifli okumalar..





21 Ocak 2014 Salı

BUKRE - KAHRAMAN TAZEOĞLU


bukre dediniz bukre dediniz de felsefe parçalayacağız dememiştiniz.. en son ne zaman sıkıldım bir kitaptan bu derece gerçekten bilmiyorum. insan sadece sohbet ederken aforizma kasar mı ya? ne kadar yapay, ne kadar uzak ve anlamsız..

bir adam ben ayrılık acısı yaşarken böyle cümleler kursa ağzına ağzına kürekle vururum bu nedir böyle şaka mı? bir şeyden de olduğu gibi bahsedin, hayatımızda hiç mi mail görmedik o neydi? öyle bir dil babannemde bile yok resmen içim bayıldı..

kitap zaten çat diye selimle başlıyor ee gerisi için de einstein olmaya gerek yok herhalde cem'cimler falan bir heyecan katabilmiş değil  onu bırak yanından geçebilmiş değil ilk defa böyle bir şey yapıyorum ama kitap hakkında yazacak bir şey kuracak cümle bulamadım ki blog'a post hazırlayayım.. yine de kısa mısa yayınlayacağım bunu geveze'yim işte söylemezsem çatlarım :) olmadı, olduramadık ve edebiyat gitti bizden :)

yazım diline, hakim bakış açısına bile karar verilememişti. bir bukre, bir selim, bir ilahi, bir birinci ağız ne oluyor la dedim bir sağdan geliyor bir soldan okuduğumun yarısını da anlamadım ve anlamak içinde dönüp ikinci kez okumadım ben aşk üzerine saçma tespitler yığını istesem hiç çekinmem şiir kitabı falan alırım en azından oradakiler okunabilir olur :)

eleştirmekle bitecek gibi değil felsefe okumak istiyorsanız en azından gerçek felsefe okuyun ütopya okuyun, huxley okuyun, marx okuyun, thomas more okuyun, nietzsche okuyun hiç olmadı orwell, kafka falan okuyun bu ne allasen bu ne ya kelimelerin bittiği yerdeyim..

alın, almayın bir şey demiyorum artık özgür irade candır :) yine de bazen parasına acıyor insan :) "suskunluğum asaletimdendir!!!11!1!" tarzı facebook ergeni aforizmalarını dünyadaki en ama en klişe hikayenin içine adeta matkapla, çekiçle kakınca roman mı oluyormuş :) hmm güzelmiş.. :)

keyifli okumalar..

KALDI GERİYE CEVAPSIZ SORULAR..

blog'a bir şeyler oldu arkadaşlar gfc'yi geçtim arkaplan resmi falan da gitti sitenin resmen tipi kaydı ya..

iki saattir uğraşıyorum şablonlardan falan da ayarları yaparken çok güzel uygula deyince yine havayı alıyorsunuz. üstelik bir tek benim blog'um da değil çoğunlukta belki herkeste durum aynı.

ne olduğuna dair bilgisi olan blogger arkadaşlar.. yorumları yağdırın beni de aydınlatın daha sabah her şey güllük gülüstanlıktı.. nerde bu blogger nerde bu google ne oluyor ki :(

20 Ocak 2014 Pazartesi

ONİKS (ONYX) - JENNIFER L. ARMENTROUT


ilk kitapta o sizi içine çeken hikaye ikinci kitapta da devam ediyor. yalnız katy karakteri nasıl bir evrim geçiriyorsa gerçekten insanı sinir eden davranış şekilleri içerisinde. bir kere şu "beni hiç sevmiyorsun herşey aramızdaki bağ yüzünden" muhabbeti kitabın başından başlayarak sürekli  karşıma çıktı. yani bir, iki, üç bir noktadan sonra insan sıkılıyor. bir kız niye bu kadar sığ düşünür ki? senin hiç mi sevilesi bir yönün yok da deamon sadece aranızdaki bağ yüzünden sana ilgi duyuyor olsun? bu neyin kompleksi bilemedim.

kitabın asıl bombası şu.. katy deamon onu iyileştirdikten sonra nesneleri harekete geçirme vs. gibi uzaylıların yapabildiği bazı güçlerininin ortaya çıktığını fark etti.. tabii bu yeni yeteneklerin kontrolünü sağlayamaması bayaa bir bela açtı başlarına çünkü eğitim eksikliği vardı. bunu pekala deamon ile giderebilirdi ama o kendine yeten, kimseye muhtaç olmayan, falan filan diye saçma saçma triplere giren ergen katy binbir türlü hataya balıklama dalıp bende cinayet işleme arzusu uyandırdı. tabii bu arada ilk kitapta olanların bir intikamı olarak deamon'a olan ilgisini, sevgisini inkar etmekten yorulmadı, bıkmadı, usanmadı.

sonra birden bire yine alacakaranlığın jacob'ı kadar boş ve gereksiz bir karakter olan black çöktü kitaba ki o saatten sonra ben en sevmediğim kitap ilan ettim oniks'i. alternatif sevmiyorum aşk konulu kitaplarda, aşk üçgenleri sevmiyorum..  blake denen tip okula yeni gelmiş tek bilinen özelliği sörfçü oluşu ve blog tutuyor olması. tamam kızın blogger olması benim de çok hoşuma gidiyor aslında okurken falan böyle salak salak sırıtıyorum, kitaplara benim kadar ilgi gösterdiğini, evinde kitapları saçılı bırakıp hepsinin yerini bildiğin falan okumak bana kendimi hatırlatıyor böyle bir mutlu oluyorum ama bir insana da sadece blogu var ve blogger'lara saygı duyuyor diye çat diye güvenilmez ki..

katy'nin direkt yeşil yakmasından anladığınız üzere çocuğun eli yüzü düzgün etkileyici falan ama o kadar yani ayı mı kurt mu belli değil. oturduğu yeri, adresini bile bilinmeyen kimin nesi belli değilken katy'de bir haller hareketler..  kızım neyin güvenini yaşıyorsun? çıktı o çocukla ya, öpüştü falan inanamıyorum bu kadar kıt zekalı bu kız. deamon onu defalarca uyardı  "bu çocukta hoşuma gitmeyen bir şeyler var görüşmeni istemiyorum" diye. inadına görüştü sonra kitabın sonunda özür diliyor. "s.ktir" dedim yani o kadar kızdırdı beni.

üstelik deamon'dan edindiği uzaylılara has güçleri kullanmak gibi son derece önemli bir konuda blake dene herife tam teslimiyet içine girdi ki tam katy'ye göre bir tavır.  katy tam bir inkar halinde sürekli "hayır bizim deamon'la aramızda bir şey yok" fikrine sımsıkıya sarılıp, bunu millete ispat edeceğim diye kendini yırtıp, aptalca hareketler yapmasına tahammül edemedim resmen. bu kız böyle değildi ilk kitapta ne ettiniz ki siz buna?

 ilk kitapta katy'nin annesinin çıktığı bir doktor vardı, will hatırladınız mı? onu eve getirmeler, evde söz sahibi hale gelmeler hani gerçekten bu kadın da neyin kafasını yaşıyor diyorsunuz. ve o will tahmin bile edemeyeceğiniz şeylerin peşinde, değişik hesapların içinde..  annesine falan da değer verdiği yok. katy'nin annesi inanmak istediğine inanıyor ve o adama öyle bir yüz veriyor ki inanılır şey değil.

ikinci kitap olaylar olaylar.. hem sd bir yandan da kimin eli kimin cebinde belli değil bir olaylar yumağı oluşuyor anlayacağınız. üçüncü kitapta daha netlik kazanacak diye düşünüyorum.

bu seri harika bir seri, konu olsun, yazım tarzı olsun gerçekten on numara beş yıldız ama her serinin mutlaka falsolu bir kitabı oluyorsa bu serinin zayıf halkası ne yazık ki oniks.. tabii ki bu sizi asla seriden soğutmamalı çünkü yeni ay için alacakaranlık'tan nasıl vazgeçilemezse bu serinin durumu da tamamen aynı.. hem jacob'ı sevenler gibi black'i de sevenler olabilir kim bilir :)

keyifli okumalar..





17 Ocak 2014 Cuma

KUSURSUZ (PERFECT) - JUDITH McNAUGHT


merhabalar. bugün çok önce aldığım, okumaya başladığım ama bir türlü devam edemediğim bir kitaptan söz edeceğim..

gözümü kararttım ve kitabı biraz evvel bitirdim.zaten unutmuşum olduğu gibi baştan okudum.. hafızam bulutlanmadan taze taze yazmak istiyorum düşüncelerimi ve tamamen subjektif olduğumu tekrar hatırlatmak istiyorum. kitabın adı kusursuz ama -judith hayranları beni affetsin- kendisi kusursuz değil..

elbette burada tarihi aşk romanlarının öncüsü olmuş, bilmem kaç defa çok satanlar listesine girmiş bir yazardan söz ettiğimi biliyorum ama yine de bütün düşüncelerimi tüm çıplaklığıyla yazmak zorundayım.

kitap iyi bir kitaptı, kesinlikle ve kesinlikle almanızı, okumanızı tavsiye ederim. asla kötü bir kitap değildi. benim kusursuz'u o kadar da kusursuz bulmayışımın nedeni daha çok bu kadar harika bir konunun yeterince derin, yeterince özel işlenememiş olduğunu düşünmem.


aşk romanlarını bilirsiniz, hep kadının bakış açısından okuruz ve erkeklerden en fazla bir iki satırlık ara düşünceler alabiliriz.. oysa burada kitap aslında erkek karakter üstüne kurulu. bu bir aşk romanı evet ama aşkı bulan bir kadının değil aşkı bulan bir adamın hikayesi daha çok ama yine de o adamın bakış açısından onlarca sayfaya rağmen zack hakkında hiçbir şey öğrenebilmiş değiliz..

elimizde nedensizce paranoyak ve zalim bir büyükanne, çok, çok yakışıklı ve her şeye ama her şeye sahip bir adam, iyi ailesinin hanımefendi kızından başka hiçbir şey yok..

büyükannenin tavırları, suçlamaları ve dışlamaları tamamen saçma sebeplerden ileri geliyor bende ''yaa valla zor bir durum'' falan hissinden çok ''ne saçmalıyor bunlar ya'' gibi bir his bıraktı doğrusu..

hollywood yıldızı milyarder bir adamın, karısını sette öldürmeye kalkması kadar saçma bir kurguyla ve sebeple bir anda doğru düzgün araştırılmadan 40 yıllık hapse mahkum olan bir aktör çok mu inandırıcı? ya da günümüz amerikasında 26 yaşında öpüşmeyi bile bilmeyen güzeller güzeli bir bakire?

benim elime fantastik diye veriyorlar kitabı köpeğe dönüşenlere, kan içenlere, ışığa dönüşenlere, karanlıklar efendisine inanıyor, inandırıyorum kendimi ama yok yani bu kitap ortaçağ karakterlerini günümüze ışınlayalım da bakalım ne olacak gibi fantastik olmuş. keşke judith mcnaught hep historical yazsa..

karakterlerin sığlığı dışında bir de çokluğu sorunu var.. aşk romanlarında ben az karakter seviyorum arkadaşlar tabii bu benim öznel fikrim ama kimsenin de ya bu kimdi ki haydaa zack'e gelin artık diye kitap okumaktan hoşlanacağını da sanmıyorum. bu kitap bir kaçırılmayla ilgiliydi yani asıl kız, asıl erkek, sadık bir avukat, bir adet katil gibi 4 karakterle çatır çatır yazılabilirdi. ne gerek vardı cins cins isimle kasaba insanlarına kadar beni boğmaya?

paragrafa spoiler diye giriyorum o yüzden bilmek istemiyorsanız okumayı burada kesin, sonra beni taşlamayın ama ben kitabın sonundan da hiç hoşlanmadım..

böyle bir konu, böyle bir çıkış noktası, böyle bir hikaye onlar erdi muradına biz çıkalım kerevetine diye bağlanmamalıydı. julie alenen adamı polislere sattı. bunu ben asla affedemem okuyucu olarak.. senin iyiliğin için demek bir bahane olamaz.. bir romana konu olacak aşk o kadar büyük olmalı ki ya onun katil olduğuna asla ama asla dünya yıkılsa inanmaz ve yanında durursunuz ya da 100 kişiyi dahi öldürse hiçbir etik değerin onun karşısında kıymeti yok der ve yine yanında durursunuz.. iki seçenekten hiçbiri adamı polise ihbar etmek değil takdir edersiniz ki.. sonra aşkımda, sevgimde, bilmem ne geçiniz kardeşim bunları geçiniz..

polisten kaçmak, iftiraya uğramak belki en klişe hikayedir ama her zaman benim ilgimi çekmiştir her zaman izleyicisi ya da okuyucusu olacağım bir senaryodur. tabii gerçekçi olursa! adam karısını öldürmekten 40 yıl yemiş, 5 yıldır hapiste, dosya kapanmış ve sonra bir anda birden bire pat diye gerçek katil ortaya çıkıyor ve her yer pembe panjurlar falan.. olmadı.

bu hikaye iki türlü bitebilirdi bana göre ya kaçarken ölmek -ki bu zaten imkansız bir aşk romanında- ya da sayısını bilmediği ölçüde parası ve mülkü olan bu adam amerika sınırlarından uzakta huzurlu ve gözlerden uzak bir yaşam sürdürecekti sevdiği kadınla.. keşke de öyle olsaydı.. sırf bu yüzden hannibal'ın yeri çok ayrıdır benim gözümde. iyi olanı herkes sever mesele kötü olanı sevebilmek değil mi?

keyifli okumalar..



15 Ocak 2014 Çarşamba

MERHAMET


bir çok yabancı diziden bahsettim size ama hiçbir türk dizisinden bahsetmedim açıkçası bahsedilmeye değer bir dizi de yoktu etrafta. belirtmem gerek biri daha muhteşem dedi mi mideme bir bulantı geliyor muhteşem yüzyıl tam bir felaket ki aslında türkiyedeki dizi sektörü bana göre felaket..

eskiden hiç mi güzel dizi yoktu? vardı elbet mesela iyice iyice küçüklüğüme hap kadar olduğum zamanlara gelirsek bir sıcak saatler vardı mehmet aslantuğ'lu, bir yılan hikayesi vardı sonra, asmalı konak dersem kim itiraz edebilir o dizinin güzelliğine? saymakla bitmez açıkçası ikinci bahar var türkan şoraylı ya da bir çemberimde gül oya, hatırla sevgili..

şu sıralar kendi enkazının altında kaldığına inandığım dizi sektörü içinden iki diziyi seviyorum, bayılıyorum ve takip ediyorum.. ilki bu postunda konusu olan merhamet ikincisi ise medcezir.. gerçi medcezir'in uyarlama olduğunu aslının yurt dışında çekildiğini bittiğini ve fenomen olduğunu bilmeyen de yoktur ama yine de not düşmek istedim..

konuyu yeterince dağıttığımıza göre artık asıl bahsetmek istediğim şeyden bahsedeyim ben size bari:) merhamet'i izleyin, izlettirin efendim.. hande altaylı'nın kahperengi romanından esinlenilerek hazırlanan bu hikaye gerçekten beni kendisine aşık etti. kimileri sever kimileri sevmez ama oyuncu kadrosu benim için gerçekten müthiş başrolleri özgü namal ve ibrahim çelikkol'un paylaştığı dizi de yardımcı kadın oyuncu olarak burçin terzioğlu, yardımcı erkek oyuncu olarak mustafa üstündağ yer alıyor..

özgü namal'ı oldum olası çok seven yaptığı işleri takip etmeye çalışan ben ibrahim çelikkol'u da eskiden beri über yakışıklı bulurum ancak müjde ar zamanında kalmış saçma sapan bir hikayenin uyarlaması olan iffet rolündeki hali yüzünden adamdan resmen tiksinmiştim şimdi çok şükür özüne döndü modern, şehirli, zengin, ceo, aşık olarak arz-ı endam etmekte. burçin terzioğlu'nuysa sevdiğimi bile bilmiyordum ama allahım kadının ne güzel halleri hareketleri, mimikleri, saçı başı var öyle şirinlik muskası dedikleri öyle bir şey olsa gerek bence :)

şimdi bir zamanlar kurtlar vadisi izlediğim ortaya çıkacak benim tahlillerime bile şüpheyle yaklaşacak hatta beni kın diye kınayacaksınız belki ama söylemek zorundayım :) ben mustafa üstündağ'ı taa muro'yken bile severdim kalpler falan yapasım var hayatımda bu kadar sempatik bu kadar insanın resmen kanına işleyen bir adam görmedim ben sanki hayatın boyunca tanıdığın biriymiş gibi :)

merhamet'in konusu ilk başta klişe görünebilir ve uyarıyorum rahatsız edici dozda dram içerir ama kesinlikle şans verilmesi gereken bir dizi ben kendisine tv'de bir tekrar bölümüyle rastlamış ve ağzım açık farkına bile varmadan bitirmiştim.. şimdi de internet üzerinden güncel bölümlere yetiştim rayting desteği sağlamak içinde reklamlı reklamlı televizyondan izliyorum kendisini:) bakın artık anlayın ne kadar kafaya taktıysam yapımcı gibi dizinin geleceğini düşünmekteyim:)

bir sahnesinde morarana kadar ağladığım beş dakika sonra diğer sahnede karnıma sancılar girene kadar kahkaha attığım bir dizi bu..  size başrolleri narin ve fırat diye tanıttım ama ben 36. bölümü az önce izlemiş biri olarak artık asıl başrollerin sermet ve deniz olduğunu da iddia ediyorum.. yazık artık ezmeyin şu sermeti zaten mustafa üstündağ sevgim var dedim senaristler iyi bakın şu adama ve dahi denizle ilişkisine :) harcarım sizi, bırakırım diziyi ona göre :)

konuya gelirsek gerçekten anlatması çok uzun sürer ve gerekte yok zaten ama 300 kişiyi geçen sevgili takipçilerim söyleyin ne zaman beğenmediğim bir şeyi tavsiye ettim ki ben size hmm? kitabını yani kahperengi'ni henüz bende okumadım o yüzden tavsiye edemiyorum gerçi okusamda tavsiye eder miyim emin değilim hani zira kitapta babürüm/sermetim yokmuş ki :( onu senaryoya ekleyen senarist içimdeki ergeni ortaya çıkardın sana o yüzden ♥ ♥ ♥ ♥ ee mustafa üstündağ sevgimi söylemiştim ben :)

izleyin izlettirin diyorum nereden izleyebileceğinize dair link bile bırakıyorum tık tık..

ama yetişince tv'den izleyin rayting olsun önemli o..
keyifli izlemeler :)



14 Ocak 2014 Salı

ASİL KAN (PRIZED) - CARAGH M. O'BRIEN


serinin adını bilmesemde asil kan bir devam kitabı. doğum lekesi'nin ardından çölün ortasında varolup varolmadığını bilmediği bir ormanı ve halkı arayan gaia küçük kardeşiyle hayatta kalma mücadelesi vermekte..

kitap konuya bomba gibi giriyor.. hiç öyle çölde sürünseler de bizde okusak gibi bir durum yok doğum lekesinin ardından bir kaç haftalık kısa bir zaman atlamasıyla başlıyor kitap. gaia ve küçük kız kardeşi açlıktan ölmek üzereyken bir atlı tarafından bulunuyor ve o varolduğu bile kesin olmayan halka götürülüyor..

zaten hikaye de burada başlıyor yazarı tebrik ediyorum bir seriye başlayıpta iki ayrı ütopik dünya yaratıp sonunda ikisini sentezlemeye karar vermek gerçekten benim baktığım yerden başarıdır..

kitap benim başucu eserim mi? hayatımda okuduğum en iyi kurgu-fantastik mi? hayır değil.. yine de orjinal buldum, sıkılmadan okudum ve takdirimi kazandı tavsiye eder miyim evet kesinlikle tavsiye edeceğim kitaplar listesine girerdi.. şaka maka belki de öyle bir liste yapmalıyım :)

şimdi gelelim asıl bombaya.. gaia'nın yanlarına geldiği bu toplum tamamiyle anaerkil bir toplum üstüne üstlük çok fanatikler öyle ki erkekler köle pozisyonunda yaşıyor. bir kraliçe tarafından yönetiliyorlar ve çok katı ahlak kuralları var.

peki bütün bunların sebebi ne olabilir? ben hemen sizi aydınlatayım bu toplumda kadınlar sadece erkek bebek doğuruyor.. bu da nüfüs oranlarını çok tehlikeli şekilde etkilediği gibi soylarını da yok edip kurutuyor..

toplumdaki erkek kadın oranı dengesiz olduğu kadar bu erkeklerin bir kısmı da kısır.. tahmin edersiniz ki böyle bir ortamda gaia ve kız kardeşi iki potansiyel dişi olarak hoş karşılanıyorlar ancak kardeşi gaia'dan zorla alınıyor ve uzun süre de gösterilmiyor..

bu noktada beni saran korkular daha çok leon'la ilgiliydi.. tam bir ah leon vah leon ne oldu adama yaa falan havalarındaydım ama leon olmaması gereken kadar kolay bir biçimde gaia'nın etrafında bitiveriyor hemen çokta kendinizi kasmayın derim okurken :)

spoiler vermek istemiyorum olayı ana hatlarıyla kavramanıza yardımcı olmuşumdur sanırım o yüzden tekrar tavsiye ettiğim kitaplardan biri diyerekten bu yazıyı noktalıyorum.. tabii hayatınızda okuyacağınız ilk distopya olmamalı bu kitap türe gönülden bağlanmak istiyorsanız açlık oyunlarıyla başlamanızı tavsiye ederim :)

keyifli okumalar..




11 Ocak 2014 Cumartesi

OBSİDİYEN (OBSIDIAN) - JENNIFER L. ARMENTROUT


herkese merhabalar,

açık olmam gerekirse kitapla ilgili çok büyük bir beklentim yoktu. hatta saçma olacağını umuyordum. hatta ve hatta daha da ileri giderek kitabı (hatta seriyi) satın alan gevezekitapkurdu'nu bayağı bir eleştirmiştim. ancak kendisi kitabı bir gecede soluksuz okuyunca ve bir paragrafını da bana okuyarak paylaştığında evet dedim. ben de okumalıyım :)

 ve evet bir cumartesi günü işyerinde aylaklık ettiğim günlerden birinde ilk iş olarak okumaya karar verdim. ve sabah 09:00 okumaya başladım an itibariyle 14:00 bitirdim.. ve şimdi de gevezekitapkurdu'nu atlatarak yorum yazıyorum. (kendisi yorum yapacaktı da bu kitap ile ilgili :) belki de bu yorumu hiç yayınlamaz.. bilemiyorum neticede blog sahibi olmanın bazı ayrıcalıkları var sanırım değil mi? kim kıskanç? ben mi?

kitap bir kere son derece akıcı ve inanılmaz sade bir dil kullanılmış. kolay anlaşılıyor algıyı zorlamıyor. kesinlikle sıkmıyor,  bilakis harika vakit geçirmenizi sağlıyor. bir sonraki sayfada  ne olacağını merak ediyorsunuz. bazı benzeşmeler var tabi kanımca. mesela "kamyon durdurma muhabbeti" inanılmaz derecede "alacakaranlık" koktu burnuma. veya ash karakterinin Katy'ye yaklaşımı Rose'nin Bella'ya yaklaşımı gibi düşmancaydı falan. işte insanların arasında onlarla yaşayan ancak kendini gizleyen küçük bir grup olmaları da diğer bir benzeme. olayların lise seviyesindeki tipler arasında olması da bir diğer benzerlik. bazı bu tip küçük benzeşmeler olmasına karşın özgün ve güzel bir kitaptı. uzaylı fikri çok iyi işlenmiş ve kurgu mantıklıydı. uzaylıları güzel ışık insanları olarak tanımlamak da (ET'den sonra) hoş bir fikirdi.

kızımız caty olgun, aklı başında, duyarlı ve cici bir kız ya çok sevdim o karakteri. annesinin ona olan güveni tam. ve kesinlikle kızının sosyalleşmesini yeni arkadaşlar (hatta erkek arkadaş edinmesi fikrini) destekliyor. anneyi de sevdim o da çok şeker. kadın bu arada hoş ve güzel bir hemşire. babası öldükten sonra annesiyle yeni bir kasabaya taşınmaları ile başlıyor herşey. hayatlarına yeni bir yön vermek isteyen anne sayesinde Florida'dan taşınıyorlar. Nereye mi? uzaylı, süper yakışıklı, kaslı ve karizmatik ukalanın daemon'ının yanına.

uzaylı süper yakışıklı kaslı karizmatik ukalanın bir kız kardeşi var ki akıllara zarar arkadaş canlısı. caty'yi gördüğü andan itibaren arkadaş olmak için bir çaba bir uğraş anlaşılır gibi değil. riskleri ve tehlikeleri bile bile hatta abisinin tüm uyarılarına ve karşı çıkmalarına rağmen... bundan sonrası olaylar olaylar. çok fazla anlatmak istemiyorum. neden mi? çünkü kitabı okuyun istiyorum. güzel bir kitap hemen ikincisini okuyacağım bakalım fikrim ne olacak  ben de merak ediyorum.

tabi iki kardeş caty'yi çok seviyor falan ama bir de diğer uzaylı güruh var ki kendi güvenliklerinden endişe ediyorlar. kendi kıçından korkan bu grup caty'yi tehdit olarak görmekteler.  neticede bunların bir de düşmanları var tabi. gölge çocukları (bir çeşit başka tür uzaylı) arum denilen yaratıklar. bunlar ile savaşırlarken caty kendi hayatını riske ederek damion'u kurtarıyor bir çeşit kahramanlık destanı yazıyor.

ya arkadaşlar kısacası ben sevdim kitabı güzeldi. eğlendirdi. hoş vakit geçirtti. hepiniz okuyun bence. kaçak göçek ve adam atlatarak yorum bu kadar olur :) belki de yayınlanmayacak ve size hiç ulaşmayacak olan yorumuma burada son verirken herkese mutlu bir hafta sonu diliyorum.

not: sizce de yayınlaması için geveze kitap kurdu'na  yeterince duygu sömürüsü ve ajitasyon yapmış mıyım?

geveze kitap kurdu'ndan not: evet kitap harika ötesiydi.. evet yayınlamam için yeterince duygu sömürüsü yapmışsın ama diğer kitapları sana yedirmeyiz :):) bir de alıntıları ben yaptım takipçilerimin bilgisine arz ederim :)














8 Ocak 2014 Çarşamba

GÖLGE VE KEMİK (SHADOW AND BONE) - LEIGH BARDUGO


yine bir övgü yazısı, yine beni kendine hayran bırakan bir kitap :)

uzun zaman önce aldığım gölge ve kemik kitabını henüz okuma fırsatı buldum ama keşke daha evvel okusaydım diye hayıflanıyorum şu an gerçekten çok güzeldi..

fantastik bir dünyada ortaçağ tarzı yaşanılan hayatlar düşünün ama silahlar yeni yeni icat edilmeye başlanmış.. ülkeler hala krallıklarla yönetiliyor. ve askeri orduların yanında bir de grisha denilen, çok özel yeteneklere sahip  seçilmiş kişilerden oluşan bir bilim-büyü topluluğu var..

bu kitapların çocuklara kastı nedir anlamıyorum açıkçası çünkü burada da her çocuğu çok küçük yaşlarda ziyaret edip yeteneklerini sınıyorlar. özel yetenekleri olan çocukları da sonsuza kadar ailelerinden ayırıyorlar ki bu da oldukça korkunç grisha'lardan ailesini bir daha gören yok..

asıl karakterimiz alina hayırsever bir lordun bakımını sağladığı bir yetim. en yakın arkadaşı ve büyüyünce aşık olacağı çocuk olan malyen'la beraber büyümüşler ve sonrada beraber orduya katılmışlar.. bu çok yakışıklı oğlana aşkını bir türlü itiraf edemeyen alina tam bir yalnızlık ve umutsuzluk içinde hayatını sürdürmekte zaten kendisi öyle tanrının ispatı niteliğinde güzel,  çekici, şahane falan değil arkadaşlarından bazıları kendisine sırık demekte hatta..

hikaye nerede başlıyor peki?

ülkeyi dünyanın geriye kalanından ayıran karanlık bir bölge düşünün. düşünün ki karanlıklar ve sisler içindeki bir vadiden karşı tarafa sürekli geçmek zorundasınız. erzak, giyecek, ticaret gibi sebeplerden buna mecbursunuz ama can kaybı olmadan geçebilen hiç kimse yok...

işte bu sebeplerden alina ve malyen'in ordu birliği karanlıklar diyarından karşıya geçip geri dönmek zorundadır elbette yanlarında diğer ordu görevlileri, grishalar ve bir çok silah mühimmat vardır.. yolculuğun ortalarına kadar herşey düzgün gitsede birden bire karanlıktaki yaratıkların yoğun saldırısına uğrarlar. her yer kan içindedir, herkes ölmek üzeredir, malyen da yaralanmış ve kalkamamaktadır.. alina çaresizce yapabileceği tek şeyi yapar ve malyen'ın üstüne kapaklanır. işte o an karanlık vadiye gözleri kör eden bir ışık yayılır, alina zaten bilincini kaybetmiştir.

kitap çok yönlü, çok ayrıntılı bir kitap ve ben bir sürü şey anlatmadan kitabı nasıl anlatabileceğimi gerçekten bilmiyorum..

bu grishaların hepsinin farklı bir gücü var ve alina'da güneşin elçisi dedikleri bir güç var bunu saf ve temiz bir ışık olarak algılayabilirsiniz karanlık ve kötü hiçbir şey bu ışığın altında hayatta kalamaz, karanlık varlığını sürdüremez..

şimdi yetim bir kız düşünün, sıradan bir kız, hiçbir yere ait olamamış bir kız, yalnız, güvensiz, saygı görmemiş, asla yeteri kadar değer görmemiş, aşık olduğu çocuk kendisinden başka herkesi çekici bulmakta..

alina'nın birden bire gelen başarı, ilgi, hayranlık neticesinde kendi ışığından gözleri kamaştı, ayakları yerden kesildi..

bütün grishaların komutanı olan karanlıklar efendisi de alina'nın kendini kaybetmesine oldukça yardım etti..
karanlıkların efendisi ve güneşin elçisi..
beraber yönetir, beraber barış ve huzur getirirken..  mi?

devamı için kitabı okumanız gerekecek spoiler vermemek için kendimi paraladım burada yani :) ikinci kitaba baktım hemen bunu bitirince. ne yazık ki daha hiç ortalarda yok kendisi.. orta yerimden çatlayacağım yani devam kitapları daha hızlı yazılmalı :)





Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...