25 Haziran 2014 Çarşamba

THE GODFATHER


The Godfather sanırım herkesin bildiği bir efsane. Bugün ben The Godfather'a kendi bakış açımı katacağım ve filmden edindiğim izlenimleri anlatacağım.

Film bilindiği gibi Amerika'daki bir İtalyan mafta ailesinin hikayesini anlatıyor. Don Vito Corleone filmin asıl unsurlarının başında geliyor ve bu efsanevi karakteri Marlon Brando canlandırıyor ve adeta devleşiyor.

İlk söylemek istediğim spoiler falan tanımayacağım gerçeği. Ben alabildiğine bu filmleri, bu hayat stilini anlatacağım. Eğer hala Godfather serisini izlememiş biri varsa yazının bundan sonrasını okumasını tavsiye etmem, aslında tek tavsiyem filmin başına gitmesi olur.

İtalyan kültürünün ve Türk kültürünün aslında birbirine benzediğini söyleseler bile sadece bu filmden yola çıkarak iki kültürün alakası olmadığını söyleyebilirim. Türkiyedeki kabadayı tiplemelerini düşünün, bir Polat Alemdar faciasını düşünün ya da Deli Yürek denilen o eski diziyi. Dünyada ve Türkiye'de bütün bu mafya kavramının temsilcisi olan her yapım bir şekilde The Godfather'dan bir şeyler içerir ama yine de ironiktir ki hiçbiri onun yarısı kadar gösterişli veya azametli görünemez. Kadınıyla dans etmekten çekinmeyen, hayvanlara bile sevgi duyan bir mafya babası fikri bize ne uzak olsa da Godfather tamda böyle filmdir.

Filmdir derken şunları söylemem gerek ki, bu film aslında Mario Puzo'nun aynı adlı kitabından esinlenilerek çekilmiştir. Ve kitabının üstüne çıkan o çok nadir efsanevi filmlerdendir. Bunu da hiç şüphesizdir ki Marlon Brando ve Al Pacino gibi isimlere borçludur.

Godfather bir düğünle başlar, Sicilya geleneklerine göre bir baba kızının düğününde kendisinden istenilen hiçbir şeyi geri çeviremez. Bu yüzdendir ki o gün herkes Don Vito Corleone'ye ulaşmak için sıraya girmiştir.

Bu sıraya girenlerden en çarpıcı olanı belki de o İtalyan levazımatçıdır. Bu adam Amerikaya sonradan göçmesine rağmen yasalara saygılı ve iyi bir vatandaş olmak için elinden geleni yapan biridir. Oysa Amerikan yasaları fakir bir göçmen yerine saygın bir Amerikan ailesine mensup, saygın Amerikalıları kayırıp, hak ettikleri halde cezalandırmayıp, adaleti sağlamamıştır. Ve dünyaya İtalya'dan yayılan mafya kavramından nefret eden bu adam, adaleti sağlaması için Don Corleone'ye gelmiştir. İşte bu noktada Godfather nedir? Neden vardır? Adaleti devlet sağlamazsa bu adaleti kimin sağlaması beklenir gibi sorular ve bu soruların çarpıcı cevapları ortaya çıkıyor ki bu da Corleone ailesinin asıl gücünü aldığı mekanizma.

Çünkü onlar sadece para karşılığı çalışan serseriler, gangsterler değil. Onlar ailelerini korumak için -özelde Corleone ailesini, genelde İtalyanları- zirvede kalmaya çalışan geleneksel bir güç. Hem de öyle bir güç ki devletin kendisi buna göz yumuyor ve senatörler onlardan randevu almaya çalışıyor. Bu güç ve kontrolün içinde Corleone ailesine tehdit olabilecek tek unsur diğer İtalyan ailelerinden başkası değil.

 Hikayenin çatısı böyle kurulsa da bu filmin asıl konusu bir tek adamdır o da elbette Michael Corleone'dir. En başta konuyla tamamen alakasız görünsede abisi Sonny'nin ölümüyle beraber birden bire sıradaki Don'un kendisi olacağı gerçeğiyle yüzleşmek zorunda kalır.

Diğer aileler uyuşturucu işine girmek isterken Don Vito Corleone aile şerefinin masum insanları zehirlemeyi kaldıramayacağını söyleyerek bu işi reddeder ama geleceği uyuşturucuda gören diğer aileler, Vito Corleone'yi öldürmeye çalışarak, uyuşturucu işinde işbirliği sağlamayı umarlar.

İşte burada Michael'in dramı başlar çünkü o aile işleriyle en ufak alakası olmayan iyi bir Amerikan vatandaşı olmak istemektedir. Ömrünü Amerikan ordusunda askerlikle geçirmiş ve şiddeti zerre anlamayacak Amerikalı, öğretmen bir kadına aşık olmuştur. Bir gün noel zamanı sevgilisiyle ağaç süsü ve hediye bakarken gazetede babasının vurulduğunu görür ve kim olduğu gerçeğinden daha fazla kaçamayacağını anlar.

Babasının eski gücünü kaybedip emekli olmak istemesi ve Sonny'nin kurşunlanarak öldürülmesi Michael'ın hayatını sonsuza kadar değiştirir. İşleri eline almak zorunda kalan Michael artık sonsuza kadar değişmiştir. Sevgilisinden yani onun için umutlu ve mutlu bir hayatı temsil eden herşeyden ayrılır ve çok geçmeden de ailesine musallat olan bir polis memurunu vurduğu için Sicilya'ya kaçmak zorunda kalır.

Bütün bunlar aynı film içinde gösterilse de aslında kendisi ayrı bir kitaptır. Michael'ın Sicilya'daki hikayesi Mario Puzo'nun yazdığı Sicilyalı adlı kitapta işlenmiştir. Burada hayatını değiştirdiğinin kesin kanıtlarından birini daha gerçekleştirir ve Sicilyalı bir kızla evlenir ama ailesinin düşmanları onu burada da rahat bırakmaz ve arabasına koyulan bir bombayla Michael'in hamile olan karısı feci şekilde öldürülür.

Bu Michael'ın hayatındaki dönüm noktalarından biri olur ve karısının ve doğmamış çocuğunun intikamını alır. Bu sırada Amerika'da sular durulmuş, Corleone ailesine yakın gazetecilerle birlikte öldürülen polis karalanmış ve Amerikan halkı çoktan sakinleştirilmiştir. Michael Amerika'ya döndüğü gibi ilk iş olarak ilk aşkı ve tek sevgilisi Kay'i bulur ve ona evlenme teklif eder. Bu belki de Michael'ın eskiden olduğu kişiye tutunmak için son umududur ama ne yazık ki bunların hiçbiri Micheal'ın ruhunu kurtarmaya yetmez.

Filmde bir sürü can alıcı sahne olsa da bu sahnelerin en başında infaz ve vaftiz sahneleri gelir. Michael kızkardeşinin bebeğinin vaftiz babası olurken ve şeytanı reddettiğini söylerken aynı anda bütün diğer ailelerin katliam emri verilmiştir ve ailesinin zarar görmeden yaşayacağı sözü karşısında bir adam intihar ettirilmiştir.

Bütün bu kan, dehşet ve kesin olarak kazanılmış zaferin içinde Michael şeytanın ta kendisi olmuşken pedere şeytanı reddettiğini söylemesi sonsuz bir ironidir.

Michael'ın katliamları bunlarla da sınırlı kalmayacaktır, Sonny'nin ölümden sorumlu olan eniştesini de gözünü kırpmadan boğduran Michael kızkardeşinin haykırışları ve hakaretlerine soğukkanlılıkla göğüs gerer.

İşte filmin son sahnesi artık bildiğimiz Michael'ın da belki de son sahnesidir. Karısı Michael'a bu doğru mu diye sorduğunda tek bir kası bile oynamadan, gözlerine baka baka hayır der. Doğru değil. Bir kadın ancak bu kadar çaresiz olabilir, sevdiğimiz insanlara sürekli inanmamızın ve sürekli şans vermeye devam edişimizin belki de en tehlikeli örneklerinden bu.

Kay ikisinin de bir içkiye ihtiyacı olduğunu söyleyerek dışarı çıkar ve o sırada Michael'ın yanına ailenin diğer adamları gelir. Ve Don Corleone diyerek Michael'ın elini öpmeye başlarlar. Öyle can alıcı, öyle korkunç bir sahnedir ki, o sahne Amerikan askeri olan, noel süsü bakan genç, tasasız ve şerefli Michael'ın ölümüdür. Kay'in yüzüne kapanan o kapı kaybedilmişliğin, birini kesin olarak kaybetmenin kendisidir ve Kay'la birlikle bunun ağırlığını saatlerce hissetmeye devam edersiniz.

The Godfather mutlaka izlenmesi gerekenler listesinde başı çekecek ama bir listenin sıradan bir üyesi olamayacak kadar da özel bir film. Bu film sıradan bir adamın nasıl bir canavara dönüştüğünün hikayesidir. Diğer filmler içinde ayrı ayrı yorum yapacağım ama aslında bütün bunların özeti budur.

Herkese keyifli seyirler...





23 Haziran 2014 Pazartesi

MART MENEKŞELERİ (THE VIOLETS OF MARCH) - SARAH JIO


Yine dün gece taze bitirdiğim bir kitapla karşınızdayım, Mart Menekşeleri Sarah Jio'nun ilk kitabı ve bence en az Yağmur Sonrası kadar iyi. Kalemini çok beğendiğim bu yazarı herkese tavsiye ettiğimi zaten çok iyi biliyorsunuz.

Bu sene kitap fuarına gelecek olursa imzasını alma fırsatını asla kaçırmayacağım zira tek tek gidip bütün kitaplarını aldım. Doğru bildiniz çok yakında Böğürtlen Kışı yorumu'da gelecek. Daha okumaya başlamasam da kayıp çocuklar falan derken ağlamaktan çok endişe ediyorum.

Şimdi konumuz olan kitaba dönersek, kitap kocası tarafından ihanete uğrayan bir kadının yaralarını sarması ve kendini yeniden toparlaması için harika bir adaya gitmesiyle başlıyor. Bu ada da müthiş bir aile sırrını öğreniyor ve kariyerine daha da önemlisi hayatına yeni bir yön veriyor.

Kitabın yazımdili, betimlemeleri adeta kusursuz. Kolay okunuyor ama en ufak çiğlikte hissettirmiyor. Sayfaların nasıl aktığını şaşırıyor, olay örgüsünün içindeki merak dürtüsüne sürekli yenik düşüyorsunuz. 10 sayfa okuyacağım diye elinize alıpta 100 sayfa da bile bırakamayacağınız kitaplardan biri Mart Menekşeleri.

Yazarı bu kadar çok sevmemin nedeni sanırım geniş bilgi birikimi ve kültürü. Çünkü kitabın içinde 1940'lardan tutun da günümüze kadar bir çok şarkı, film önerisi de içeriyor. Ayrıca şu Yıllar kitabı neymiş ne değilmiş artık bir bakmak zorunda hissediyorum kendimi, okursam mutlaka burada yorumlarım.

Elbette hikaye yine iki zamanlı ilerliyor ve ikinci dünya savaşıyla günümüz arasında mekik dokuyor. Başka bir yazar olsa veya belki de başka bir konu bütün kitaplarında aynı tarzı benimsemesinin sıkıcı olduğunu söyleyebilirdim ama kesinlikle okumaktan bıkmayacağım bir sihirle ilerliyor bütün hikayeler ve yazarın yeni kitaplarını sabırsızlıkla bekliyorum.

Sarah Jio'nun neredeyse bütün kitaplarını okumuş biri olarak söyleyebilirim ki her hikayesi aynı derecede dokunaklı ve zarif ama hiçbir zaman umutsuz değil. Aşklar, imkansızlıklar, savaş ve ölümün içinde bile daima umut filizleri gizliyor Sarah Jio. Alıntılar yapılabilecek büyük cümleler kurmuyor Sarah Jio, onun ki daha çok küçük cümlelerle büyük şeyler anlatma sanatı. Bu kitapların kendisi hayattan birer alıntı.

Son olarak bu kitabın bana tekrar hatırlattığı şey bencilliğin gerçek bir erdem olduğu. Kitabın belki de en bencil karakteri, en sevimsizi Bee her zaman hayat dolu ve özel biri olarak tanımlanıyor, insanlar onun uzaklığından veya cüretkarlığından garip bir keyif alıyor ve mazur görüyordu. Sadece bu yüzden bile neden bazı insanları çok sevdiğimizi ve hiç unutamadığımızı düşündüm.

Kıskandığımız, özendiğimiz ama bütün bunları bastırmak için en çok kınadığımız insanlardı onlar. Hayat tabularla uğraşacak, kendinizi kısıtlayacak, feda edecek veya engelleyecek kadar uzun değil. Kendinizi sevin ve sadece tek bir hayatınızın olduğunun farkına varın. Bencillik erdemdir.

Keyifli okumalar..




21 Haziran 2014 Cumartesi

CUMARTESİ İLK ON: 2014 YAZINDA OKUNACAK KİTAPLAR



Uzun, uzun ve uzun zamandan sonra ilk kez bir cumartesi ilk on etkinliği düzenleniyor, görür görmez çok mutlu oldum ve hemen katılmak istedim. Sizde etkinliğe katılmak ve etkinlik sahibine bakmak isterseniz sizi böyle alalım...

Etkinliğin ne olduğuna gelirsek bu yaz okumayı planladığım ilk on kitabı söyleyecekmişim. Hay, hay efendim buyrun yazıyı takip edin.

1) GABRIEL'İN CENNETİ


Evet bu kitabı o kadar çok bekledik ve o kadar çok istedik ki, ben şimdiden ön siparişimi verdim ve bekliyorum. Serinin ilk kitapları Gabriel'in Cehennemi ve Gabriel Arafta'nın yorumları da blog'ta bulunuyor.

2) KARA CADI


Nora Roberts'ın kalemine, tarzına bayılırım bunu herkeste bilir ama özellikte fantastik, mitolojik bir yazınları ayrı bir güzel. Yıllar önce Harlequin basımı bir kitabını okumuştum, büyülü serüven. Kesinlikle yeniden basılması gereken bir roman o. Aslında yurt dışında büyük bir seri. Donovan Legacy. Bana o romanı hatırlatan Kara Cadıyı'da daha ön siparişteyken hemen gözüme kestirdim.

3) KUTSAL AŞK


P.C Cast dünyadaki en başarılı yazarlardan biri olsa gerek, gece evi serisi bitsin diye artık gözüne baksam da, tanrıça serisinin son kitabını inanılmaz özensiz bulsam da bu yazara karşı koyamıyorum. Mitolojik fantastik bir üçlemenin ilk kitabı olan Kutsal Aşk listemin yukarısında yer buluyor kendine.

4) KURŞUN


Bu yazıyı yazarken bile parmaklarımın titrediğini söylemek yanlış olmaz, sonunda yepyeni bir Anita Blake romanı! Hiç bitmesin dediğim ama allah gecinden versin yazara bir şey olmadan da bitmesini temenni ettiğim bir efsane o. Gerçi bir gizem serisi olarak tasarlandığı için bir sonu olmayacağını yazar bir röportajında söylemiş olsa da benim için sonu çoktan belli. Anita ve JC sonsuza kadar güçlü yaşadılar! Başlayın şu seriye kardeşler bakın çevirileri duracak diye ödüm kopuyor.

5) BELALI DÜĞÜN


Ahh okuyucu eğer Travis'le tanışmadıysan çok şey kaybediyorsun, Ayaklı Bela yorumuna git ve bir süre dönme. Ama hey sen! Travis Maddox'u tanıyan okuyucu, bu düğün kaçar mı? Yana yakıla kargo bekliyorum, söyleyecek hiçbir şey yok :)

6) KUŞATMA VE FIRTINA


Bu kitapta sabırsızlıkla beklediğim kitaplar arasındaydı, fantastik romanları sever biri olarak bayıldığım Gölge ve Kemik'in ikinci kitabı beni derin bir sevince boğdu, yorumu yakında çok yakında buralarda olur.

7) MART MENEKŞELERİ


Yağmur Sonrası ve Son Kamelya'yla yaşadığım Sarah Jio aşkı yine kendini göstermeye devam ediyor, yazarın  ilk kitabı belki de eserleri içinde en sevilen. Arkadya yayınlarının ayraçlı püsküllü tasarımlarıyla müptelası oldum bu kitapların, bundan sonra da Böğürtlen Kışı sırada gibi gibi.

8) SESSİZ İNTİKAM


Bu kitabın konusu o kadar beni cezbetti ki açıkçası takıntı oldu bende aklımdan çıkmıyor ama yine de bir türlü okuma fırsatına erişemedim. Neden derseniz? Her almaya kalktığımda çevirisinin ne kadar kötü olduğuyla ilgili yorumlar görüyorum, konu şahane Viktorya dönemi şairene hele o kapak efsane ama sanırım çeviri tırt çıktı. Evet, ben bilmem eşim bilir izliyorum. Hayır işsiz değilim İlker beyi pek seviyorum :)

9) VAMPİR GÜNLÜKLERİ


Dizisinden bile bık geldi artık bitsin diye gözüne baktığım bir seri oldu bu ama ne yazık ki hiç öyle bir niyetleri yok. Başladığı seriyi bitirme takıntısı olanlar rica ederim bu seriye, bir de Gece Evi serisine başlamasın, yazık olur, helak olur, perişan olur.

10) MİRAS


Bu başına gelmemiş aksilik kalmayan bir serinin en az kendi kadar mazlum son romanıdır. Yüzüklerin Efendisine benzettiğim elfler, cüceler, kadim ve kötü yaratıklar, bol bol büyü ama Yüzüklerin Efendisinden farklı olarak bol bol ejderha ve süvari içeren bu efsanevi serinin son romanı miras'ı bu yaz okumaya kesin ceht ettim.

Benden bu kadar. Sizin okuma listeleriniz var mı?


20 Haziran 2014 Cuma

SON KAMELYA (THE LAST CAMELLIA) - SARAH JIO


Bir yazarın kalemini beğendim mi mümkün değil bütün kitaplarını okumadan edemiyorum. Yağmur Sonrası'yla birlikte tanıdığım ve dokunaklı yazımına hayran kaldığım sarah jio'nun son kitabı Son Kamelya'yı da hemen okumaya başladım.

Söylemem gereken ilk şey kitabı çok beğendim ve kesinlikle okumanızı tavsiye ederim ama iyi yanları olduğu kadar pek olmamış yanları olduğunu söylemekte mümkün. Kitap yine iki zamanlı gidiyor ve 1940'la 2000'ler arasında mekik dokuyor.

Şahsen kitabın en sevdiğim yanı da bu. Bir yandan bağımsızlık mücadelesini kazanmış, özgür yeni dünya Amerika ve bir yanda savaşa ve kana mahkum olmuş güçlü avrupa aristokrasisi. Yağmur Sonrası kadar olmasa da ikinci dünya savaşının dehşetini ve yarattığı kayıpları ucundan kıyısından yine hissettiren bir hikaye bu.

Konuya gelirsek adından da anlaşılacağı gibi nadide bir çiçekten ilham almış son derece nazik bir hikaye bu. Çiçek kaçakçılığı şebekesiyle ortak çalışmak zorunda bırakılmış Flora ve yıllar sonra onunla bir şekilde kaderleri kesişen Addison'ın yürek burkan ama yine de gülümseten hikayesi.

Spoiler vermek istemediğimden ve okunabilecek güzel kitaplardan olduğunu düşündüğümden çok fazla ayrıntıya girmemek için elimden geleni yapsam da bu noktada kitabın sonundan bahsetmek zorundayım.

Bazı blogger'lar ve okuyucular, kitabının sonunun muallakta kaldığını, kesin olarak bağlanmadığını falan söylemişse de bence durum hiç öyle değil. Kitabı okumayanlar ve okumaya niyeti olanlar rica ederim burada bitirsin bu yazıyı okumayı ama kitabı zaten okuyanlar ve spoiler sevenler için devam ediyorum.

Addison'ın trafik kazası yaptığı yerde 1940'tan kalma bir araba ve içinde de bir erkek cesedi bulunduğuna göre Flora'nın kazadan kurtulduğu çok net. Desmond içinde savaşta kaybolduğundan bahsedilse de Addison hastanedeyken Flora'yı arayan yaşlı amca Desmond'un ta kendisi. Üstelik köşkte ki son buluşma sırasında çocukların verdiği tepkilerde onların Flora ve Desmond olduğu ve mutlu bir hayat geçirdiği senaryosunu sonuna kadar doğruluyor.

Çok güzel, insanın içini ısıtan bir romandı, herkese tavsiye ediyor ve keyifli okumalar diliyorum..

19 Haziran 2014 Perşembe

HAYVAN KATLİAMINA DUR DE!

 

İçinde HaySev’in de bulunduğu 38 STK aylardır bunun için haykırdı! Ancak Çevre Komisyonu’nda tartışılan ve bu STK’ların davet edilmediği toplantılarda hayvanların hayatları üzerine kararlar alındı. Sizler, aklı başında hayvan severler, insan olmanın gereği vicdanınızı dinlediniz, bunun için haykırdınız, 2012 yılından itibaren yürüdünüz, dilekçelere imzalarınızı verdiniz.
Türkiye'de yüz binler tek bir amaç için bir araya geldi ve Meclis'e seslendi: "Biz Hayvanlarımızı Ölüme Yollamayacağız" dedik.

Peki Meclis Çevre Komisyonu ne cevap verdi?

“Yunus parkları ekonomiye katkıdır kalsın, deney önemlidir kalsın, sokak hayvanları da bu arada toplatılsın”. İşte cevap bu!

Son görüşmesi 19 Haziran’da yapılacak ve hayvanların hayatlarını hiçe sayan ÖLÜM YASASI sistemli bir şekilde hayvanları yok etmeye yönelik bir yasadır. Bu böyle bilinsin.

Deney maddesi geçti bile! Peki bu ne demek? Birkaç dakikanızı ayırın bir okuyun çünkü evinizdeki köpeğinizi ve kedinizi de ilgilendiriyor:5199 sayılı Hayvanları Koruma Kanunu değişiklik önerisinde Madde 4 a fıkrasında “Bütün hayvanlar eşit doğar ve bu Kanun hükümleri çerçevesinde yaşama hakkına ve insanlar tarafından işkence, eziyet ve kötü muamele görmeme hakkına sahiptir. Hayvanlar eşya ya da mal değildir.” denmektedir. Doğrudur. Hayvan Hakları Evrensel Beyannamesi de bu gerçeğin altını çizmektedir. Hatta Almanya gibi bazı ülkeler bu maddeyi, Medeni Kanunları’nın içine almışlardır.
Gelin görün ki, son geçecek olan Ölüm Yasası’nda TÜM HAYVANLARIN deneyler için kullanılması yolu açılmıştır.


Bu ne demek biliyor musunuz?
Sokaklarda, barınaklarda ve hatta belki evlerinizdeki hayvanlarınız (çünkü muhtarların keyfine bırakılması mevzu bahis kendi evinizde kaç köpek ya da kedi besleyeceğiniz), tüm bu hayvanlar:

- Toplanacak
- Bir laboratuara satılacak (yurt içi, dışı)
- Oralarda kesilip biçilecek
- Yavaş yavaş üstünde deneyler yapılarak, acılar içinde öldürülecekler!

“Olmaz canım, bunu yapamazlar” demeyin! YAPILACAK!

Satır aralarını doğru okuyun, anlayın. AB’nin “cosmetic directive” olarak 2003 yılında çıkardığı kanun gereği hayvanlar üzerinde deneylere son verilmesi esas alınmıştır. Kanun gereği, ülkeler, hayvanlar yerine alternatif yöntemler bulmaya ve bu alanda yatırım yapmaya zorunlu kılınmıştır. Hatta, Norveç ile Hırvatistan hayvanlar üzerinde deneylere ülkelerinde son vermiştir.
Peki gözlerini para bürümüş ve alternatif yol aramayan şirketler gözlerini sizce nereye diktiler?
Sizin sokaklarınıza, sokaklarınızdaki ve evlerinizdeki hayvanlarınıza.
Her büyük şirketin Çin’de fabrika kurması sırf ucuz işçilik mi sizce? Hayır, Çin deneye karşı değil. Artık Türkiye de değil!

Deney = Ölüm dür. Sakın ola ki kedi ve köpeğin üzerinde yapılacak işkence insan hayatından kıymetsizdir safsatalarını da savunmayın, savundurmayın. Bu işin alternatif yöntemleri vardır ama Türkiye gibi ülkeler ve bu ülkelerdeki hayvan sever insan gibi insanların arzuları hiçe sayıldıkça, kimse alternatifi aramaz, ucuzunu uygular, hayvanları katletmeye devam eder. Çevre Komsiyonu’na başından beri giren Federasyon bütün ağırlığını görüşmelerde ortaya koymalıdır ve insanların maddi çıkarlarını koruyan, hayvanların ise yaşama haklarını elinde alan bu maddeleri durdurmalıdır.
Ve sizler de sosyal medya gücünüzü kullanarak o komisyonda yer alan herkese fikrinizi açıkça ifade etmelisiniz!

Yoksa ne mi olacak?
HAYVANLARINIZ ÖLECEK!

Öyle hemen de değil, acı çekerek, yavaş yavaş!

 

11 Haziran 2014 Çarşamba

SONUNDA MİMLENDİM!



Bu sıralar blog'larda inanılmaz bir mim çılgınlığıdır gidiyordu, sevgili blogger arkadaşlar hepinize teessüf ediyorum, beni sürekli unutuyorsunuz, artık umudumu kesince son anda mimliyor biri beni.

Şimdiyse bu karanlık döneme bir son verip beni mimleyen ve her konuda güzel yazılar yazdığımı söyleyip beni onore eden Orta Boy Popcorn'a teşekkür ediyor ve lafı uzatmadan mim'e geçiyorum.



Blog açma hikayeniz nedir?

Güzel soru doğrusu, ben oldum olası kitap kurdu bir insandım. İnanılmaz derecede okuyor ve anlatma ihtiyacı hissediyordum. Sonrasındaysa internet aleminde kitap bloglarını keşfettim ve düzenli olarak okumaya başladım. Tabii ki takip ettiğim blog'ların önerilerine de kulak verdim ama istediğimi bulamadım, üzülerek söylüyorum ki bazıları insanları yanıltmaktaydı. Bu yüzden bende bir blog açayım, hem kendi görüşlerimi anlatayım hem de insanlara dürüstçe yardımcı olayım  dedim ve işte birden bire olup bitiverdi zaten:)

Blog isminiz nereden geliyor? Neden bu isim?

Aslında bunun çok büyük bir olayı yok. Hem akılda kalıcı, hem de özgün bir isim olması gerekiyordu. O yüzden kitap kurdu gibi bilinen bir tabirle, benim kişisel bir özelliğim olan gevezeliği birleştirince ortaya böyle bir isim çıkmış oldu, türkçe karakter içermemesi de işin en güzel yanı oldu bence.

Hangi mevsimi seversiniz?

Doğrusu ben yaz bebeğiyim yani, sıcağı, güneşi, ılık rüzgarı ve denizi çok severim. Yine de böcek fobimden dolayı en sevdiğim mevsim yaz olamıyor. Soğuk ve kasvetli havalarda yataktan çıkmadan kitap okumaya bayılan biri olarak en sevdiğim mevsim kış demek zorundayım.

Bu mevsim size neyi çağrıştırıyor? 

Kar yağışını, rengarenk atkıları, bereleri, şemsiyeleri... Sigara dumanıyla sıcak nefesimin birbirine karışmasını, çok uzun süre dışarıda kaldıktan sonra sıcak bir ortama girince yaşadığım kedimsi rahatlığı :)

Kırmızı ruj mu eyeliner mı?

Tabii ki ikiside! Ama illa ki seçmek zorundayım madem tabii ki eyeliner.. Kırmızı ruj her kıyafete, her ortama ağır gelirken ve taşıması da çok daha zorken eyeliner'ı seçmemek imkansız.

Blog yazmak sana ne kazandırdı?

Blogger değişik bir ortam ama çok şeker insanlarla tanıştım burada, ilgilendiğim konularda daha da geliştirdim kendimi. İnsanlara yardımcı olmanın mutluluğunu yaşadım. Gelişerek ve değişerek elimden geldiğince de devam edeceğim yazmaya, belki de ömrüm yettiğince..

Kitap okumak mı bir şeyler yazmak mı?

Açık ara kitap okumak. Neden derseniz yazmak stresli ve sancılı bir süreç oysa okumak rahatlatıcı ve mutluluk verici.

Şiir mi, roman mı, hikaye mi? 

Hiç düşünmeden söylüyorum, şüphesiz ki roman.. Hatta hikaye okusam bile şiir okumayı hiç sevmem bana fazla nasıl derler.. Soyut gelir.


En çok etkilendiğin film?

Bin tane etkilendiğim film vardır belki de ama madem tek birini söylemem gerekiyor genç yaşta izlediğim için olsa gerek uzun süre etkisinden çıkamadığım bir filmi söylemek ve dahi önermek istiyorum. Johnny Depp'ten gelsin, Blow (Beyaz Şeytan). Amerikanın en büyük uyuşturucu kaçakçılarından birinin biyografisini insana gerçekten hayatı ve kavramları sorgulatacak cinsten.

Hangi tür kitap/film?

İflah olmaz bir romantik ve hayalperest olduğum için olsa gerek romantik ve fantastik benim asla vazgeçemeyeceğim iki tür. Tabii genişletmek gerekirse bunlara tarihi ve dram da ekleyebiliriz. Komedi ise pek benlik değil çok, çok kaliteli olmadığı sürece ilgimi çekmiyor. HIMYM demezsem bu sırada allah çarpabilir sanırım, izleyin :)

Öğrenci olmak mı iş hayatı mı?

Öğrenciyim ve öğrencilikten bezdim artık, çalışma hayatı derim bu soruya her türlü. Gözlerimdeki dolar işaretlerini görmemiş gibi yapın rica ederim. :)

Kitap okumak mı film izlemek mi?

Zor soru bu. İkisini de birbirinden çok severim doğrusu ama illa seçmek zorunda olduğum için kitap bir tık daha önde diyorum; ama sadece bir tık.

Klasik giyinmek mi spor giyinmek mi?

Bu da zor sorulardan. Neden derseniz, etek-ceket takımları, ipek gömlekler, rengarenk stiletto'lar. Klasik giyim kesinlikle baş tacı, göz bebeği ama spor giyimin rahatlığı da günümüzde vazgeçilmez bir lüks. Yine de benim gönlümde o 40'lı, 60'lı yılların naif ve zarif  klasik tarzı var, elimden gelse şapka koleksiyoneri olabilirim doğrusu. :)

Asla almaktan vazgeçmeyeceğin şey ne? 

Bu da sorulur mu yani tereddütsüz kitap diyorum elbette, ruj almaktan da vazgeçemem sanırım.

En sevdiğin yemek nedir? 

Hmmm elbette ki iskender! Gerçekten bol tereyağlı bir iskender'in üstüne çıkacak bir yemek hayal edemedim şimdi. Keşke havalı cevaplarım olsaydı, yengeçli risotto falan diyebilseydim ama yok valla iskender, kıymetlimissss :)

En sevdiğin dizi?

Blogu takip edipte bunu bilmeyen var mıdır bilemiyorum. Tabii ki Supernatural!!

Özel bir yeteneğin olsa bunun ne olmasını isterdin?

Akıl okumak, düşünce okumak, zihin okumak işte kısaca her şeyi bilmek isterdim. Trilyarder olabilirdim sanırım muhtemel üçüncü dünya savaşını engelleyebilirdim ahh ahh nerde bende o yetenek :)

Hasta olmanın en kötü yanı nedir?

Yalnız kalmak. Net. Evet biraz kimsesizim, bana bakmak isteyenlerin tekliflerine açığım :)

Alınacaklar listen var mı? İlk 5'i nedir? 

Aslında var öyle bir listem ama biraz tuhaf bir içeriği olabilir :)

1) 8 tane kitap kestirdim gözüme onları alacağım.
2) Saç maşası.
3) Buhar makinesi.
4) Tost makinesi.
5) Yeni bir dizüstü bilgisayar.

 İlk aldığın makyaj malzemesi nedir?

Hmm aslında çok hatırlamıyorum ama derin sevgimden yola çıkarak ruj almışımdır diyebiliyorum :)


Okuduysanız size teşekkür ediyorum ve kimleri mimlesem diye düşünmeye başlıyorum  daha önce mimlendiyseniz affedin efendim:)

Kütüphanemden Kitap Manzaraları
Kitap Tutkusu
Yasemin'e Merhaba De

9 Haziran 2014 Pazartesi

GÖKYÜZÜNÜN UZAK UCU - KRISTAN HIGGINS


 (ARKA KAPAK)
Callie küçük bir kızken doğum gününde aldığı ve "sonsuza dek mutlu yaşadılar" adını verdiği sandalyesini gelecekte hep evinin bir köşesine koyma hayali kuruyordu. Ancak otuzuncu yaş gününü hâlâ birlikte yaşadığı huysuz büyük babası ve tuhaf ailesiyle hiç hesapta olmayan bir şekilde kutlayan Callie'ye hayatının en kötü sürprizini çocukluk aşkı Mark yapmıştı. 

Kaybedilmiş bir aşk, vazgeçilmiş bir kariyer ve boşluk… Ta ki başını kaldırıp gökyüzüne bakıncaya dek. Gökyüzünü, kasabaya yeni taşınan Ian'ın gözlerinde görünceye dek. Bu gizemli adam Callie'nin yaralarını sarabilecek mi…
 ***
Ne yazık ki hiç beğenmedim, hatta o kadar beğenmedim ki hakkında yazacak bir şey bulamadığım için arka kapak yazılarını falan paylaşıyorum.

Kitabı aldığımda umutluydum, daha önce okumadığım bir yazardı, kitap kapağı çok şekerdi, konuysa klişe olsa da idare ederdi. Gelin görünki işler hiç beklediğim gibi olmadı, böyle kitaplar beni yeni yazarları denemeye cesaret etmekten alıkoyuyor ve içime ön yargı yerleştiriyor.

Kitap romantik komedi tadında yazılmak istenilmiş ama komedinin en büyük sırrı ve başarılı olmasının belki de tek dayanağı doğallıktır. Kitap ne yazık ki zerre doğallık barındırmıyordu. Zorlama espiriler, popüler kültüre hitap etme amaçlı saçma saçma iç sesler, kitaptaki karakter bolluğu, dağınıklığı ve yoruculuğu...

Bir de betimlemeler konusu var ki evlere şenlik bir kitabın en büyük dayanağı betimleme gücüyken bu kitap betimlemeleriyle insanı okuduklarından soğuyor.

Çocuğuna köpeğim diye hitap eden, güya onu öyle seven ve esasında çok komik olması umularak yazılmış sersem-sarhoş baba karakterleri buram buram komedi klişeleri kokarken bir o kadar da başarısız.

Açıkçası başarıp sonuna kadar bile okuyamadım, okuduğum yerleri de sıklıkla atladım desem yalan olmaz Yağmur Sonrası'ndan sonra ciddi hayal kırıklığı oldu ama yapacak bir şey yok kısa bir postla olsa bile sizleri uyarmak istedim.

Keyifli okumalar..

7 Haziran 2014 Cumartesi

YAĞMUR SONRASI (THE BUNGALOW) - SARAH JIO


Ne söylemem, nasıl başlamam gerek bilemiyorum. Tek bildiğim çok yoğun duygular içinde olduğum ve sizlere bir şekilde bunları anlatmak zorunda hissettiğim.

Sarah Jio sık sık adını duyduğum, övüldüğünü duyduğum bir yazardı fakat bugüne kadar hiçbir kitabını okumamıştım. Neden derseniz sanırım duygusal bir yapım var, dram beni çok yoruyor ve yıpratıyor sonra bir hafta moralim bozuk geziyorum, bu yüzden ne kadar övülürse övülsün elimden geldiği kadar okumamaya çalışıyorum. Bu yüzden şimdiye kadar tek bir John Green okumuş değilim, evet gerçekten durumum kritik.

Kitaptan size uzun uzun bahsetmek, her bir detayını anlatmak ve övmek istiyorum çünkü ben kitaplarda kusur bulmak konusunda asla zorluk çekmeyen biriyim. Kurgusunda, olay örgüsünde hiç bir şey olmazsa tekniğinde yahut yazım dilinde ama mutlaka hatalarını ortaya atar, ön plana alır ve irdelerim.

Bu kitap kusursuz, okuduğum insana dair olabilecek en dokunaklı hikayelerden biri. Savaşlar dünya tarihindeki gelmiş geçmiş en büyük ayıplardır. İkinci dünya savaşıysa bu ayıbın ayyuka çıktığı, insanlığın neredeyse bütün şerefini ayaklar altına alan bir daha asla tekrarlanmaması için dua etmemiz gereken kadar korkunç bir dönem.

Bütün bu korkuların içindeyse her zaman ileriye dönük bir umut var o da yine insanın ve insanlığın ta kendisi. Hayat bir şekilde baş gösteriyor ve metrelerce ötede bombalar patlarken bile mutluluk sizi bulabiliyor. Kitap bütün bu duyguları öyle başarıyla yansıtıyor ve size belki de hiçbir görsel sanatın sunamayacağı kadar gerçek bir anlatım yakalıyor.

Buraya kadar spoiler vermeden yazmak ve kitabı hakkında hiçbir şey bilmeden okumak isteyenlere de kendimi anlatmak için yoğun çaba harcadım, şimdi yazımın deli gibi spoiler içeren kısmına girmeden önce herkese alın, okuyun diyorum başka bu konuda söylebilecek bir şey bulamıyorum.

Kitabın içeriğinden devam edersek Anne amerikalı zengin bir ailenin güven içinde yetişmiş kızı. Histerik bir annesi, klasik bir babası ve zengin bir nişanlısı var. Nişanlısı Gerard C.E.O tadında ve çok zengin, ayrıcalıklı bir ailenin oğlu ama bütün bu sıfatlar Anne'in onu sevmesi için yeterli değil.

Böyle söylediğimde eminim ki  Gerard'ı iğrenç, kadınları kullanan, kendini bilmez, mirasyedi, duygusuz bir adam gibi düşündünüz ama hayır değil. Gerard Anne'e gerçekten değer veren ve ne kadar isterseniz isteyin kızamayacağınız, sempati duyacağınız bir karakter. Anne'e verdiği tavizler öylesine büyük ki insan Gerard'ın aşkına saygı duymadan edemiyor.

Anne genç ve güzel bir kadın, savaş zamanında, insanların açlıktan öldüğü bir dönemde ya da sadece inandıkları din yüzünden toplatılıp öldürüldüğü bir zamanda yaşayan biri içinde son derece ayrıcalıklı. Oysa Anne bu ayrıcalıklarından rahatsız ve korunaklı fanusundan çıkmak istiyor. En yakın arkadaşı Kitty'i bahane ederek mesleğini, hemşireliği yapmak üzere savaş bölgesine Bora Bora adalarına gidiyor. 2000 askerin olduğu bu adada elbette herkes gibi hayatı değişen Anne kan, acı, ölüm ve aşkla tanışıyor.

Olayların nasıl ilerlediğinden çok fazla bahsetmek istemiyorum bu yüzden şu kadarını söylemek zorundayım bu hikayede hiç kimse tek başına suçlu değildi. Anne aşkı için savaşabilirdi, Westry asla vazgeçmeyebilir isteseydi Anne'i bulabilirdi. Yaşananlar dokunaklı olsa da aslında herkesin birazda kendi tercihiydi. Yağmur sonrası 1940'larda geçen aşk, ihanet, arkadaşlık, insanlık ve savaş hakkında yazılmış, göz kamaştırıcı bir roman.

Keyifli okumalar..

3 Haziran 2014 Salı

GOSSIP GIRL


Sizlere sürekli yeni başlayan veyahut devam eden dizilerden bahsettiğimi fark ettim ve bu durumu düzeltmeye kadar verdim. Aslında bahsetmek istediğim konu dizilerdeki efsane karakterlerdi ama bu konuyu yazmak, incelemek ve görsellerini hazırlamak çok uzun süreceğinden bende yazının itici gücü olan asla unutmayacağım karakteri yazmaya karar verdim. Peki bu efsanevi karakter kim mi? Tabii ki Blair Waldorf.

Dizinin bitişinin üstünden aslında bayaa uzun bir süre geçti. Bu yazıyı yazmayı aklıma getirense, tumblr, instagram gibi yerlerde, hatta bazı bloglarda dizinin bitmesine rağmen hala Blair görselleri görmem oldu. Bu konuda kesinlikle yalnız olmadığımı biliyorum. Blair Waldorf'un sevenleri kesinlikle çok. Tabii Blair'dan bahsetmem için Gossip Girl'den de bahsetmek zorundayım hatta lafı yeterince uzattım. Bence başlayalım.

Bu dizi esasında bir roman serisiyle ilk kez hayat buluyor. Eski bir New York sakini, eski bir yukarı doğu yakası mensubu -yani İstanbul'un nişantaşı- olan bir yazarın kaleme aldığı çok sayıda kitapla başlıyor gossip girl macerası. Söylemek zorundayım, dizinin gazına ben bu kitapları alıp okumaya çalıştım ve inanın ki kitapları okumamakla hiçbir şey kaybetmiyorsunuz. Kitap ve dizi olaylar, kişilikler bakımından çok farklı, o kadar farklı ki aslında birbirinden bağımsız iki ayrı yaratı gibi geliyor insana. O yüzden kitaplara hiç bulaşmayın derim çünkü üzülerek söylemek zorundayım ki kitaplar anlatım, kurgu, olay örgüsü olarak dizinin çok aşağısında.


Diziye geri dönersek, kaç yılında çekime başladı, yapımcısı kim, yönetmeni kim bu sıkıcı detaylarla sizi boğmayacağım. Bu dizi bir gençlik dizisi, ilk başladığında karakterler henüz lisedeydi tabii bizim hayal edebileceğimiz gibi bir lise değil. Aşırı başarılı anne babalar, sürekli etraftaki gazeteciler ve hata yapmanın bu kadar kolay olduğu bir dünyada sürekli hata yapmanızı bekleyen insanlar. Bu durumda acı, trajedi ve intikamda en az gösteriş, lüks, şatafat ve eğlence kadar bol.

Dizinin içine giren çıkan bir sürü karakter olmakla birlikte ana karakterler kesin çizgilerle belli. Blair Waldorf, Serena Van Der Woodsen, Nate Archibald, Dan Humphrey ve tabii ki Chuck Bass. Peki bu kadar karakterin arasında Blair'ı bu kadar özel kılan ne mi? Buna kesin bir cevap vermek güç aynı anda bir çok şey onu özel kılıyor.

Kitap serisinde, dizide ön planda tutulmaya çalışılan, ana karakter, başrol olarak gösterilmek istenen Serena'yken ve bunun için her türlü algı yaratılmaya çalışılırken  bile Blair bir şekilde yıldızını parlatıp hikayenin asıl unsuru olmayı başardı. İlk sezonlarda hikaye dengesi eşit şekilde giderken son sezonlarda diziyi sırtlayan ve ben dahil bir çok kişinin diziyi takip etmesine sebep olan Blair Waldorf'tur.

Bir aralar Burak Özçivit'in, Merve Boluğur'un, ve Sinem Kobal'ın oynadığı gençlik dizisini hatılayanlarınız var mı? Neydi ki adı? Küçük Sırlar. Bu dizi Blair Waldorf'un ne kadar sihirli bir karakter olduğunu ispatlayan en önemli şeydi. Her karakterin bir karşılığı bulunmuş işte Chuck Çetin olmuş, Serena'ysa Su olmuştu ama Blair o kadar derin, o kadar iyi ve o kafar kötü bir karakter ki koskoca prodüksiyon onu tek bir karaktere sığdıramayıp ikiye bölmek zorunda kaldı.

Şeytani, güçlü, kadınsı, zalim ve aşık yönünü Merve Boluğur'la ayrı bir karakter olarak canlandırırken, zayıf, problemli, yalnız, anoreksiyalı, annesinin gölgesinde ezilmiş yönünü de başka bir oyuncuyla canlandırdılar.

Bu kadar şeyden bahsederken bu dizinin biraz daha yapısından da bahsetmek gerek, Gossip Girl popüler kültürün etkisindeki gençleri değil bizzat o kültürü yaratan gençlerin hikayesini anlatır ve insanların yapabileceklerinin neredeyse sınırı yoktur. Sürekli değişen şartlar, her şeye sahip olmanın yarattığı özgüven, bütün o amerikan rüyasının içinde gerçek olan belki de tek şey Chuck Bass ve Blair Waldorf aşkıydı.

O kadar sezon içinde herkesin her gün başkasına aşık olduğu dizide Blair istikarını bir gün olsun kaybetmedi, Chuck'ı ne yaparsa yapsın sevmekten vazgeçmedi, vazgeçtiğinde bile yine onunla buldu kendini. İlk sezondan son sezona kadar inişli, çıkışlı, sınırsız bir ilişkiydi onların ki. Birbirlerini en dibe çektiler ve o halde bile birbirlerini affedebildiler, bu benim için o kusursuz aşk hikayesini bozup kusurlu aşkı, aslında gerçek olan aşkı yarattı.

Gossip Girl yayınlandığı dönemde neredeyse modayı belirleyen bir hikayeydi, dizi tarihine adını altın harflerle kazıdı ve bir nesil onlarla birlikte büyüdü. Sizde yukarı doğu yakasının büyülü dünyasına adım atın..

Herkese keyifli seyiler..

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...