13 Mart 2017 Pazartesi

AMERİKAN TANRILARI - NEIL GAIMAN


Bugün size en sevdiğim yazarlardan biri olan Neil Gaiman'ın en ünlü kitabından bahsedeceğim. Amerikan Tanrıları Gaiman'ın gelmiş geçmiş en iyi eseri olabilir. Bu kitap o kadar muhteşem ki İthaki yayınları bu kitabın 10. yılı için çok özel bir basım hazırladı. Bende sırf bu basıma sahip olabildiğim için şanslı hissederek kitabı satın aldım.

Kitap oldukça kalın ve özellikle belirtmem gerekir ki onuncu yıl edisyonu eksiksiz  tam metin olarak basıldı. Bu yüzden kendisi diğer Amerikan Tanrılarından çok çok daha özel. Cilti basımından dolayı fiyatı cep yaksa da internet sitelerinden neredeyse yarı fiyatına almak mümkün.Yazarın daha önce Yokyer, Yolun Sonundaki Okyanus, Anansi Çocukları gibi eserlerini okumuş ve inanılmaz beğenmiştim fakat Amerikan Tanrıları bütün bunların üzerine çıktı.

Kitabın konusundan biraz bahsetmek gerekirse adından da anlaşılacağı gibi fantastik bir roman. İçerisinde her türlü mitolojinin her türlü ürünü var. İskandinavya Tanrıları, Mısır Tanrıları ve bazıları bilmediğim mitolojilere ait onlarca tanrının hikayesi bu. Hatta içinde cinler bile geçiyor ama bu cinlerin islam inancındaki cinlerle sanırım çok bir ilgisi yok.

Ana karakterimiz Gölge. Evet adamın adı Gölge ve kendisi bir hapishane mahkumu. Tabii hikayenin gidişatı için hemen sona eriyor ve Gölge özgürlüğüne kavuşuyor. Sonrasında uçakta çok sevdiği, aşık olduğu karısına giderken kendine Çarşamba denilmesini isteyen bir adamla tanışıyor. Çarşamba karizmatik, gizemli, güçlü ve esprili bir karakter. Kendisinin bir tanrı olduğuna hiç şüphe yok. Bu arada belirtmek isterim örümcek  tanrısı Anansi bu kitapta da kendine bolca yer buluyor açıkçası bunu okumak benim çok hoşuma gitti.

Gölge Çarşamba'yla çalışmaya başladıktan sonra kendisini içine asla dahil olmak  istemeyeceği bir savaşta bulur. Bu tanrıların savaşıdır yeni tanrıların ve eski tanrıların. Gaiman bizim için kurduğu dünyada tanrıları bizim inancımızla var ettiğimizi öngörür. İnsanlar artık Zeus'a, Hades'e, Thor'a, Loki'ye tapmamaktadır. İnsanlar artık Televizyona, Para'ya ve Fast Food'a tapmaktadır. Modern dünyanın modern insanları taptıkları yeni şeylerle yepyeni  tanrılar yaratmıştır. Şimdi bu tanrılar savaşında yeniler ve eskiler insanların sadakati için çarpışacaktır.

Bu savaş içinde bilemediğimiz bir sebepten kilit olan adam Gölge'nin ta kendisidir. Akıcı dili ve Gaiman'ın kendine has uslubuyla bu roman okunmaya değer eserlerden biri. Ne kadar anlatsam da eksik kalacak ve zaten spoiler vermek istemediğim için daha fazla ayrıntıya giremiyorum. Kitabın sonu her anlamıyla çarpıcı. Bazıları bu kitabın tam bir Amerika ve popüler kültür eleştirisi olduğunu söylüyor ve bu yorumu yapanlar kesinlikle haklı. Gaiman olağanca kurnazlığıyla Amerika'yı kendi enstrümanlarını kullanarak tiye alıyor ve harika bir hiciv ortaya çıkarıyor.

Kitabın sonunu kesinlikle tahmin edemiyorsunuz hatta buna uğraşmıyorsunuz bile. Kitabın her sayfası o kadar eğlenceli ve sizi o kadar içine çekiyor ki okurken sonuna kafa yoramıyorsunuz. Kitabın sonunu tahmin edemediğiniz gibi sizi şoke edecek bir çok ters köşe de mevcut. Kitabın kapağını kapattığımda anlatılan hikayenin bittiğinin farkındayım ama henüz Gölge'nin hikayesinin bitmediği hissini üstümden atamadım. Gölge'yle bir türlü vedalaşmak istemedim alıştığımız bütün kahramalardan ve anti-kahramanlardan tamamen farklı olan bu adamı ben çok sevdim.

Gölge hakkında bir kitap daha okumayı çok isterdim. İyi yüreği, karısına duyduğu sadakatle doku kalbi ve çok yetenekli olduğu para numaralarıyla o herkesin seveceği bir karakter. Hatta inanır mısınız bu harika kitap hiç bitmesin isterdim. Tavsiye soruyorsanız tabii ki tavsiye ediyorum. Amerikan Tanrıları -neredeyse bütün Neil Gaiman kitapları gibi- her kitaplığın demirbaşı olmalı.

                                                                Herkese Keyifli Okumalar...

7 Mart 2017 Salı

BRONZ ATLI - PAULLINA SIMONS


Söze başlamadan önce hepinizin huzurunda bu kitabı bizlere kazandıran Pegasus'a çok teşekkür ediyorum. Bilmeyenler için hemen belirtelim kitabın ilk basımı ve ikinci kitap Tatyana&Aleksander, Kelebek Yayınları'ndan çıkmıştı. Ancak ne yazık ki günümüzde bulmak son derece zor hatta mümkün değildi diyebiliriz. Bazı sahaflarda bulduğunuzda ise inanılmaz fahiş fiyatlar talep ediyorlardı. Pegasus Yayınları tam da bu noktada devreye girip, kitabın tüm telif haklarını satın alarak baskıya girdi. Bir kez daha yayın evine teşekkürler diyoruz ve yorumumuza başlıyoruz.

Bugün son derece özel, okurken gerçekten müthiş duygu yoğunluğu yaşatan bir kitaptan söz edeceğiz. "Bronz Atlı" adlı kitabımız 2. Dünya Savaşı'nda SSCB (Sovyet Sosyalist Cumhuruyetler Birliği) halkının yaşadığı olayları gözler önüne seren bir kitap. O kadar güzel ve derin yazılmış ki okurken gerçekten yaşıyorsunuz. Sanki o sayfaların içinde kaybolup bir anlığına da olsa o günkü SSCB'ye ışınlanıyorsunuz ki bu duygudan hoşlanmadım, zorladı beni sanırım. Komünizmi kesinlikle sevmedim ve asla sevemeyeceğimi anladım. Yazarımız, Paullina Simons 1963 Leningrad (SSCB) doğumlu bir yazar. 

Önce kitabı okurken Amerika'lı bir yazarın Rus yaşamını, komünizmi, komün hayatını böyle betimleyebilmesine çok şaşırmıştım. Biraz araştırınca yazarımızın Leningrad doğumlu olduğunu öğrendim ve bizzat bu yaşam şekline şahit olduğu,  belki bir dönem bu hayatı yaşadığı veya yakinen gözlemleme şansına eriştiğini anladım. Halkın sisteme körü körüne bir bağlılığı ve inancı söz konusu. Yoldaş Stalin'e öyle inanıp güvenmişler ki, okurken onlara acımadan edemedim. 

1941 Leningrad'ında Metanova ailesi hayatta kalabilmek için olağanüstü zor şartlarda yaşam mücadelesi veriyor. Tatyana (Tanya, Taneçka,Tatuşka, Tatyaşa gibi isimlerle de çağırıyorlar) ana karakterimiz. Paşa'nın ikiz kardeşi. Ailenin beklenmeyen ve istenmeyen bireyi de diyebiliriz. Aile, erkek bebeğin yanında getirdiği bu kızı hep fazlalık olarak görmüş. Daşa, Tatyana'nın ablası tam bir bencil, sığ ve sersem bir kız. Anne ve baba  ise oğul delisi, erkek evlatlarını her şeyin üzerinde tutan tipler. Deda ile Babuşka ise bence en sempatik aile üyeleri. Yani büyükanne ile büyükbaba şeker tipler. Spoilere girmemeye özen göstereceğim ancak şu kadarını söyleyeyim kitabın ilerleyen sayfalarında aile üyeleri için bir gram bile üzüntü hissetmedim.

Alexander Belov ise esas ana karakterimiz. Yani Tatyana'ya özel adı ise Şura. Kızıl ordu subayı. Tam bir centilmen. Son derece yakışıklı ve hiç de standart Rus erkeklerine benzemiyor. Adeta Tatyana'nın koruyucu meleği gibi. Savaşa girildiğini öğrendikleri gün Tatyana ile Alexander'in yolları kesişir. Birbirlerini görür görmez hemen çarpılmışlar ve aşık olmuşlardır. Ancak kader ağlarını örmüş çok önce Alexander'ı Daşa'nın karşısına çıkarmıştır. Daşa'da ne yazık ki genç adama sırılsıklam aşıktır. Tatyana ise her zaman ki fedakar (bence salak) tavrıyla, her zaman bir erkek bulabileceğini ama bir abla daha bulamayacağını açık bir şekilde ifade edecek, Alexander'i Daşa'nın kucağına itecektir. Ancak ilerleyen zamanlarda Alexander'in sıradan bir erkek, sıradan bir aşık olmadığını Tatyana anlayacaktır. 

Tatyana karakterine okurken inanılmaz sinir olduğumu belirtmeden geçemeyeceğim. Tam bir aptal olduğunu düşündüğüm sayfalar oldu. Fazla iyilik ile aptallık arasında cidden ince bir çizgi var bence. Bu kız tam bir salak diye isyan ettiğim bölümler de var. Kendini asla düşünmemesi, kendini korumaması, yiyeceğini başkaları ile paylaşması, riskleri sürekli tek başına üstlenmesi gerçekten sinir bozucuydu. 

Başlangıçta Alexander söylediği halde kimse inanmamış ve kulak asmamıştı. Yoldaş Stalin buna izin vermez, asla bizleri aç bırakmaz diye sarsılmaz şekilde inanıyorlardı. Ama Stalin yoldaş tam bir hayal kırıklığıydı.  Kıtlık başlamıştı arkadaşlar. Büyüklerimizden duymuşluğumuz var o yıllarda savaşa girmemiş olmamıza rağmen Türkiye'de de kıtlık durumu söz konusuymuş. Tabi savaşa giren Rusya'da durum daha da vahim. İşçilerin 350 gram, çalışmayanların ise 125 gr ekmek hakkı var. Yiyecek karneleri ile alabiliyorlar bu ekmekleri de. Bir somun ekmek karaborsada 500 Ruble... 

Düşünebiliyor musunuz? İki havuç veya üç tane patatesi karaborsada bulup ev eşyaları ile takas ederek  bulduklarında çok şanslı sayıyorlar kendilerini. Hatta patates ununu, zamk ile karıştırarak duvara sabitlendiği için, duvar kağıtlarını yemeye kalktılar. Öyle bir açlıktan söz ediyorum. Beslenme yetersizliğinden ve vitamin eksikliğinden saçların dökülmesi, vücudun kanaması ve ölüme varan bir açlıktan söz ediyoruz. 

Bunca yokluk, açlık, kıtlık, yoksulluk ve sefalet içindeyken bile bir aşk bu kadar güzel nasıl anlatılır? Nasıl bir kalemdir ki bu; Okuru bir yandan üzüntüye boğarken, aynı zamanda kalplerinde aşkı hissetmelerini sağlar? Tatyana ile Alexander'in aşkları dünyanın en saf, en temiz, en güçlü, en ihtiraslı, en büyük aşkı diyebiliriz.  Kitapta duygular aşırı derecede yoğun verilmiş. Aşk, ihtiras, nefret, ihanet, sadakat, kıskançlık, bağlılık hepsinden ama hepsinden var. Tüm duyguları  adeta tüm benliğinizde aşırı yoğun şekilde hissediyorsunuz.

Bu arada Aleksander'in Dimitri adında bir arkadaşı var. Bu şahıs Aleksander'a ait ölümcül bir sırrı biliyor. Ve her daim bunu ona karşı kullanarak arkadaşlık kisvesi altında bir asalak gibi yaşıyor. Adama fitil baştan beri fitil olduğumu ama kitabın sonuna doğru bu durumun artık gıcık kapmak, ayar olmak, hasta olmak "Ulan sıkın şu puştun kafasına" diye söylenerek had safhaya ulaştı. 

Tatyana kitabın ikinci bölümünde yani sonlara doğru öyle şeyler yapıyor ki; Sanki ilk bölümdeki o salak, gerizekalı, aptal kız gitmiş yerine tecrübeli bir ajan gelmiş sanırsınız. İnanılmaz bir değişim yaşıyor. Tabi yine aşırı  cesareti aptallık boyutlarına ulaşıyor orası ayrı.  Tekrar belirtmek istiyorum ki; Kitabı okurken SSCB'den ve komünizm sisteminden iğreniyorsunuz. Ben tiksindim şahsen. Arkadaşlar yazarken spoilere girmemek için nasıl zorlandığımı anlatamam sizlere..

Toparlamamız gerekirse şahane bir kitap. Okuru sıkmıyor ve bunaltmıyor. Akıcı bir dil kullanılarak kaleme alınmış. Değişik boyutlarda Rus aile yaşamını kesitler halinde sunuyor. Netice itibariyle mutlaka tavsiye ediyorum. Kitaplığınızda mutlaka olması gereken bir kitap. Ayrıca okumanız gereken bir kitap. Çünkü insana çok şey katıyor. Hayata bakış açınızı sorgulamanıza neden oluyor. Örnek vermem gerekirse kitabı okurken o kadar etkisinde kaldım ki; Buzdolabında kalmış birkaç tane havucu tam atmak için elime aldığımda o havuç için dikiş makinesini takas ettikleri aklıma geldi. Durdum öylece havuca bakakaldım. Ve atmadım, atamadım. O akşam salatanın içinde değerlendirmeye karar verdim. 

Herkese Keyifli Okumalar...



4 Mart 2017 Cumartesi

İKİNCİ ŞANS - ROBYN SCHNEIDER


Biliyorsunuz yeni trendimiz, genç jenerasyonun  hastalık ve ölüm ile imtihanı konusu acayip popülerken tam zamanında çıkmış bir kitap denilebilir. Pegasus yayınlarından çıkan kitap ile ilgili pek ciddi bir tanıtım çalışmasına da rastlamadım açıkçası. Kapak tasarımı ilgimi çektiğinden okumaya karar verdim. 

Bilim kurgu sayılabilecek bir tarzı var. Aslında geçmiş bir dönem gerçekten ortalığı kasıp kavuran "Tüberküloz" yani verem hastalığının evrim geçirmesi ve aşırı tehlikeli, bir o kadar bulaşıcı olan bir  versiyonunun milletin başına musallat olması konusu işlenmiş. Yazar zaten kitabın sonunda sıkı salladığını kendisi de itiraf ettiğinden eleştirmeyeceğim. Ancak madem salladın be kadın biraz sıkı sallasaydın, daha yaratıcı olsaydın demekten de kendimi alamıyorum. 

Kitap iki kişinin ağzından anlatılıyor efendim. Bir bölüm Lane, bir bölüm Sadie şeklinde geçiyor. Lane 17 yaşında ileri seviye ders alan, parlak bir lise öğrencisi. Anne ve babası  da öğretmen. Lane birden hastalanıyor ve  Lathem Yurdu'na yerleştirilmesi ile kitap başlıyor. Lathem Yurdu aslında bir sanatoryum şeklinde bir kuruluş. Tamamen bu hastalıktan muzdarip olan kişileri (aslında hastaların hepsi lise çağındaki çocuklardı) toplumdan tecrit etmek ve aynı zamanda tedavi etmeye çalışan bir kurum. Çok ciddi bir disiplin anlayışları var ve bunların dışına çıkılmasından hoşlanmıyorlar. Tıbbi ekibin başında bir doktor var ve kitabın sonuna kadar tüm çocukların tedavisinden kendisi sorumlu oldu. Bu da enteresandı bence.

Öğretmenler var ama ders işlenmiyor ve ödev verilmiyor. Herkes A alıyor ve bu konuda kimsenin çaba sarf etmesine gerek bile yok. Mantık olarak hayatta kalmaları ders notlarından çok daha önemli.  Herkesin kolunda tıbbi takip için bir bileklik var. Tüm veriler nabız, ateş, tansiyon gibi yaşamsal değerler her an kaydediliyor ve gelişmiş bir bilgisayar ağına gönderiliyor. Bir çeşit tedavinin bulunmasına bu bilgilerin yardımcı olacağı söyleniyor. Aynı zamanda çocuklardan birine acil müdahale gerekirse de bu bilekliklerden yararlanıyorlar. 

Sadie onyedi aydır bu yurtta kalmaktadır. Lane geldiğinde  birkaç sene önce yaz kampından tanışmış olduklarını hatırlar ve tatsız bazı hatıralar canlanır. İntikam duygusu ile Lane'e kötü davranan Sadie Lane ile konuştukça bazı gerçekleri öğrenir ve Lane'nin aslında suçsuz olduğunu anlar. Ona geçmişten gelen, intikam alınması gereken bir  hayalet gibi değil de,  insan gibi davranmaya başlar. Davranışları önce dostça daha sonra sevgi dolu hale gelir. Aralarında güzel bir arkadaşlık ve dostluk başlar. Tabi normal hayatlarından sonra orayı tolore edebilmek çok zordur. Hele de arada  birçok arkadaşlarının cesetlerinin çıkarılmasını izlemek, bir gün bunun kendi başına da geleceğini bilerek yaşamaya çalışmak hiç de kolay değildir. 

Lathem yurdunda geçirmek zorunda oldukları zamanı, arkadaşlıkları  daha güzel hale getirir. Yaşamın, yaşamanın değerine dikkat çeken bir kitap. Sıradan hayatlarımızdan sıkıldığımızda (sıkıldığımızı düşündüğümüzde) okumamız gereken türlerden. Lane'nin basit sıradan lise hayatını nasıl aradığını, ders çalışmanın nasıl bir mutluluk olduğunu, öğretmenin ödev vermesinin nasıl  güzel bir şey olduğunu Lathem Yurdun'da anlar. Sırf ders çalıştığı için doktorundan azar işitmiştir. Evet ciddi ciddi azarlamıştır doktoru.  Sıradan hayatlarımız güzeldir arkadaşlar, bilakis sıradanlıktan çıktığınızda bir sorun var demektir. Kim monoton ben mi?

Fransa'da uygulanan bir tür tedavi olduğu söylenmektedir. Ancak bu tedavi %25 iyileştirirken, %25 oranında da öldürücüdür. Bir  çok ümitsiz olan hastaya deneysel anlamda uygulanan tedavi birçok ölüme neden olurken birkaç iyileşme de gözlenmiştir. Bu tedavi şeklinin konuşulması bile Lathem Yurdu'nda hoş karşılanmamaktadır. 

Ancak günün birinde gerçekten bir tedavi edici bir maddenin bulunduğuna dair söylentiler çıkar. Bunu bizzat yurdun doktoru kendisi açıklar. Ancak onaylanan bu maddenin ilaç haline getirilerek kullanılması için en az altı hafta zamana ihtiyaç vardır. Herkesin bu kadar zamanı var mıdır? Daha da önemlisi Lane ve Sadie'nin o kadar zamanı kalmış mıdır? Bu soruların yanıtlarını vermeyeceğim.

Öncelikle şunu söyleyebilirim ki ilginç bir kitap. Tamamen uydurma olduğunu bilerek okuduğunuz halde merak uyandırıyor. En azından türünün sevenleri için tavsiye edilebilir. Ancak öyle çok çok muhteşem falan değil. Neticede vasat diyebilirim. Ama sonuna kadar okudum mu? Okudum..

 Herkese Keyifli Okumalar...


27 Şubat 2017 Pazartesi

ÖLÜ ÖPÜCÜK - LAURELL K. HAMILTON


Öncelikle belirtmem gerekir ki Anita Blake'in yeni bir kitabını gördüğümde halen ellerim titriyor. Hatta kitapçıda gördüğüm anda tüm kitapları alma isteği oluşuyor içimde. O kadar çok severim bu seriyi ve serinin kahramanı hanımefendiyi. Kelimelerle anlatamam samimi söylüyorum en sevdiğim hayali karakterdir kendileri.

Serinin ilk beş kitabı şaheserdir. Sonradan biraz daha fazla seks içerikli yazdığından biraz baymıştır. Şimdi bu kitaba gelirsek, polis işleri çok ön plana alınmış bence. Yazara sorum şu madem bu kadar polisiyeyi ön planda tutmak istedin neden Edward karakterini olaya dahil etmedin? Bence kesinlikle Edward'da şehre gelmeliydi. Zaten karşılarında bu kez net bir düşman yoktu. Bir grup yaşlı ve çocuk vampir. Yani konu net değildi biraz sıkıcıydı diyebiliriz. Arkasında hiçbir kişisel husumeti olmayan orta yaşlı vampir Benjamin ve insan hizmetkarı. Özgürlük için savaşıyorlarmış falan filan. Ulan kadim vampir kanunlarına ne oldu?

Tabi ki yine olması gerektiği gibi Anita'nın özel hayatından kesitler de vardı. Ancak Jean-Claude neredeyse yoktu. Sadece birkaç sayfa o da sadece sohbet havasındaydı. Yani JC'ye doyamadık yine. Laurell bunu hep yapıyor. en sevilen, en özlenen karaktere yer vermemiş ama Nicky ile ilgili  sayfalar dolusu yazmış. Devil ile ilgili sayfalar hem de bayağı erotik sayfalar yazılmış. Diğer karakterleri ön plana çıkarma çabası anlıyorum ama bir o kadar da sıkıcı olduğunu biri yazara anlatmalı?

Kadının mantığını kavramakta zorlanıyorum. ayrıca Asher karakterini kötü-kaka ilan etmesine de çok bozuldum. Asher yüzyıllardır JC'nin sevgilisi ve onunla birlikte yani  kadim karakterlerden bir tanesi. Sen bu karakteri böyle bozuk para gibi harcayamazsın şekerim, kusura bakma. Okura inat mı yapıyorsun arkadaş? 

Ardeur kontrol altına alınmış durumda. Bundan önceki kitaplardaki seks patlamasını Ardeur'a yıkıyor yazar. Şimdi kontrol altında olduğundan beslemeyi bile unutuyor bazen Anita. Zaten kitaplar çok uzun ara ile basılıyor. Artemis bu konuda çok rahat. Kemik kitlenin her türlü satın alacağını biliyor ve arayı açıyor. Bu kadar uzun bekleyişlerde hep JC ile bu kitapta daha çok zaman geçirilecek. Evet JC'yi daha çok göreceğiz diye beklenti içinde bekliyorum, ve her defasında hayal kırıklığı..

İçerik ile ilgili yazılacak çok fazla bir şey yok. spoilere de girmek istemem. Hayranları zaten her türlü kitabı alacaklar kaçarımız yok. fantastik serileri sevenler varsa, yeni başlayacak olanlara mutlaka ilk kitaptan başlamalarını tavsiye ediyorum. 






Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...