19 Aralık 2018 Çarşamba

BOĞULMAMAK İÇİN - GEORGE ORWELL


Bugün size bahsedeceğim kitap açıkçası -ve ne yazık ki- çok severek okuduğum bir eser olmadı. Ancak okunup özümsenmesi gerekliliği ihtiva etmiyor değil. George Orwell'ın o çok ünlü 1984'ünü ve Hayvan Çiftliğini sanıyorum okumayanınız yoktur, ben de okumuş ve özellikle Hayvan Çiftliğini çok sevmiştim. Bu sebeple o kadar da gündemde olmayan başka bir eserini okumanın iyi geleceğini düşünmüştüm. 

Hikayemiz 1940'lı tarihlerde geçiyor. Orta yaşlı bir sigortacı esas karakterimiz ve aslında bu karakter üzerinden İngiliz orta sınıfının buhranlarını okuyoruz. Kahramanımız I. Dünya Savaşı'na katılmış bir asker olarak aslında İngilizlerin I. Dünya Savaşı'na bakışını da ortaya koyuyor demek yanlış olmaz. Bu sebeple belirtebilirim ki İngilizler I. Dünya Savaşı'nı sadece Almanya'yla yaptığını sanıyor. En azından ortalama bir İngiliz için durum bu. 

Başından belirtmem gerekir ki bu bir romandan ziyade bir durum öyküsüymüş. Zira kitapta bir adamın kaygıları ve buhranları dışında yaşanan belli başlı bir olay yok. Esas karakterimizin hayatına evvela ortasından dahil oluyor, onun boğulmuşluğuyla biz de boğuluyor ve geçmişini irdeledikten sonra tekrar onu kendi hayatında bırakıyoruz. Bu sebeple okuması çok zor bir eserdi. Bir olay olmadığı için herhangi bir merak unsuru ya da sürükleyicilik yoktu. 

Kitabın çok "erkek" bir kitap olduğunu ve yazıldığı dönem itibariyle ataerkilin -İngiltere'de bile olsa- tam anlamıyla dünyaya ve dönem insanının vizyonuna hakim olduğunu anlayabiliyorsunuz. Kadınlar sadece ocak başında hayal edilen annelerden ve aşağılık arzuları tatmine yarayan düşük ahlaklı diğerlerinden ibaret. 

Sanırım kitabın en sevdiğim yanı ev kredisi ve okul taksidi gibi yükler altında insanların duygularını çok iyi yansıtmasıydı. Ticaretle, savaş psikolojisiyle ve militarizmin ne şekilde olursa olsun kötü olması noktasına değinmesiyle vermek istediği mesajlar kusursuzdu. II. Dünya Savaşı patlak vermek üzereyken İngiltere'de sürüp giden Hitler karşıtı propagandayı bile eleştiren Orwell faşistlerden körü körüne nefret etmenin aslında faşizmin ta kendisi olup olmadığı noktasına başarılı şekilde dikkat çekiyordu. (Zaten Hayvan Çiftliğinde de Marx'ın kapitalizmini kaldırıp yere vurmuştur.)

Aile yaşantısı, bir erkeğin omuzlarına binen korkunç sorumluluklar ve kadınların tamamen faydasız, evlilik odaklı canlılar olması noktasında getirdiği eleştiriler çok yerindeydi ve yıl 2019 olmak üzereyken bile geçerliliğini koruduğunu kendi toplumumuza bakarak söylebiliyorum. Yani uzun lafın kısası yeterince sabrı olan herkese bu kitabı öneriyorum. Size üzerine düşünülecek bir çok vereceğini garanti ediyorum. 

Herkese Keyifli Okumalar... 

29 Kasım 2018 Perşembe

RESİMLİ ADAM - RAY BRADBURY


Ray Bradbury, Fahrenheit 451 ile hayatıma girdikten sonra bu zamana kadar kitaplarını okumamış oluşuma lanet ettiğim doğrudur. Sizi bu yanlıştan kurtarmak için yazının başından belirtmek isterim, bu bir övgü yazısıdır. Bu macera benim için yazarın bütün kitaplarını tek tek okumadan son bulmayacak bir iddialaşmaya dönüştü gibi.

Resimli Adam'dan kısaca bahsetmek gerekirse aslında kendisi roman değil. Birbirleriyle kısmen bağımlı fakat çoğunlukla bağımsız kısa öykülerden oluşan muhteşem bir derleme. Yazım yönünden akıcılık, anlaşılırlık, sürükleyicilik gibi bütün bakımlardan mükemmel diyebileceğim bu 12 öykü benim için Fahrenheit 451'in bile üzerinde. Genellikle bir yazarın okuduğum ilk kitabı aynı zamanda en sevdiğim kitabı olur ve öyle de kalır fakat bu Ray Bradbury için geçerli olmadı. Şu an karşımdaki rafta sırasını bekleyen Mars Yıllıkları için beklentim arşa çıkmış vaziyette. Hepsinin üzerine çıkmasını bekliyor ve dahası istiyorum.

Kitabı elinize aldığınızda daha ilk öyküyü okur okumaz fark edeceksiniz ki yazarın kendine has öğelerle oluşturduğu sabit bir evren var. Fahrenheit'la karşımıza çıkan bir çok unsur ve obje yine hikayelerimizin olay örgüsü içinde yer alıyor. Bu da okuyucuya gerçekten o evrenin bir parçası gibi hissettirerek bütün o mantıksız ve tutarsız serüvenleri kendi sisteminde korkunç bir sürekliliğe kavuşturuyor.

Teknoloji eleştirisi ve hayranlığı yazarın zihninde sürekli kolkola gidiyor. Teknolojinin ve refahın insanlığı götürdüğü korkunç yozlaşma ve modern insanın günlük işlerine dair sorunları çözdükçe daha büyük ruhsal bunalımlara sürüklenmesi günümüzdeki karşılığı düşünüldüğünde gerçekten çarpıcı. Aç gözlülük, hırs, kibir, cinayet gibi insanın en çirkin günahlarını ve ruhun karanlığını neredeyse absürd bir felsefeyle ele alan Bradbury gerçek bir sanatçı.

Okumayanlara spoiler vermeden söylemem gerekirse favori hikayelerim Bozkır, Bitmeyen Yağmur ve Sürgünler oldu. Charles Dickens, Bram Stoker, Edgar Allan Poe ve daha nice yazarın hayranları sadece tek bir hikaye için bile bu kitabı baştan sona okuyabilirler. Sözü yeterince uzattıysam iddialı bir finalle yorumumu noktayalabilirim.

Yaşayan efsanelerden Neil Gaiman'ı bu blog'u takip eden herkes eminim bilir, muhtemelen bir kısmınız yazarın metinlerine benim gibi hayran. O zaman büyük haber şu, Neil Gaiman'a en büyük ve en ünlü eseri Amerikan Tanrıları için ilham veren hikaye Resimli Adam kitabındaki 12 hikayeden biri. Sadece bunu keşfetmek bile insanın okuma zevkini kat be kat arttırıyor. Amerikan Tanrıları'na esin kaynağı olan Resimli Adam'ı şiddetle öneriyor, hepinize tavsiye ediyorum.


Herkese Keyifli Okumalar...


22 Kasım 2018 Perşembe

CESUR YENİ DÜNYA - ALDOUS HUXLEY


Distopya aşığı bendeniz bu sefer sizi klasik bir eserle, Cesur Yeni Dünya ile selamlar.

Toplu seks poplu seks!

Bu kitap okuduğum her şeyden farklıydı, işin aslı distopya mı yoksa ütopya mı ona bile karar verebilmiş değilim. Okuduklarımdan dehşete düştüğüm doğru fakat bu dehşetin ne kadarı benim düşüncelerimden ne kadarı mevcut toplumun bana öğrettiklerinden kaynaklanıyordu. O kısmı tamamen muamma. Yine de yazının başından belirtmiş olayım herkese tavsiye ediyorum, okunması gereken bir eser o kısımda muamma yok.

Bir dünya düşünün tamamen steril ve güvenli. Hastalık yok, yaşlanmak yok, hatta şöyle özet geçeyim mutsuzluk yok. Sorumluluk sıfır, öyle ki insanların tek yükümlülüğü mutlu olmak. Aile yok, sevgi yok, aidiyet yok zira herkes herkese aittir. Bireyler değil sadece toplum önemlidir. Bireyler harcanabilir, vazgeçilebilir, yerine kolayca yenisi koyulabilir birer et parçasından ibaret.

Hiç şüphesiz burada söz konusu olan hassas bir denge. Medeniyetin ilerlemesi, teknolojinin gelişmesi, insan ömrünün uzaması, hastalıklarla çok daha kolay mücadele edilebilmesi ve bunların sonucu olarak zayıflayan maneviyat ve bütün o bağlılıklar... Cesur Yeni Dünya esasında bir çok açıdan günümüzün tüketim toplumuna korkunç bir eleştiri. Sosyal medyada gördüğünüz ne olursa olsun eğlenmesi gerektiğine inanan bir çeşit ruh hastalığına yakalanmış bireylerden oluşan koca bir toplum esasında anlatılan.

Kitabı okurken düşüneceğiniz şeylerin başında "Bizi insan yapan şeyin ne olduğu?" sorusu geliyor. Zira bütün ahlak kurallarından muaf, aile kurumunu yerle bir etmiş, hiçbir şey için en ufak bir bedel ödemeyen bu güruh aslında ne kadar modern görünürse görünsün insan olma hasletlerinden oldukça uzak. Yine de eksik bulduğum bir şeyler yok değildi. Evrenimizde varolan iki alternatif aslında iki uç nokta. İkisinin de kabul edilir ya da yaşanılır bir yanı yok. Bebekleri deney tüpünde yetiştirmekle ilkel bir kabile hayatı yaşamak arasında başka bir seçenek de olmalı.

Eseri okurken yaşanan en çarpıcı hissiyat ise, yazar sanki böyle bir evreni hayal etmemiş de, direk o dünyanın içinden yazmış gibi soğukkanlı ve normallikle anlatıyor hikayeyi. Okurken siz de bir şekilde olayları normalleştiriyorsunuz fakat benim normalleştiremediğim belki de tek durum "anne" kelimesini müstehcen bir ifade olarak kullanılmasıydı. Bu kelimeye böyle bir anlamın nasıl verildiği noktasında da herhangi bir bilgi yoktu. Kitap boyunca her "anne" denildiğinde yaşanan gülüşmeler bu konunun ilk kez nasıl ortaya çıktığı hakkında düşünmeme ve dikkatimin dağılmasına sebep oldu.

Son olarak şunu söylemek isterim ki bu kitap hakkında yapılabilecek en güzel, yalın ve doğru yorum kitabın önsözünde Margaret Atwood tarafından yapılmış. İkinci dünya savaşından sonra yükselen kutuplaşma ve soğuk savaş dünyayı 1984 çizgisine görütüyordu fakat seksenlerden sonra Sovyet bloğunun yıkılmasıyla ne yazık ki -ya da iyi ki- Cesur Yeni Dünya distopyalar arası bu yarışı önde bitirdi. Şimdi yepyeni kıyafetlerimizle, inançsızlığımızla, keyif verici maddelere karşı aymazlık derecesindeki düşkünlüğümüzle övünüyor ve erdemsizliği erdem sayan yeni bir dünyada yaşıyoruz.

Herkese Keyifli Okumalar...

3 Kasım 2018 Cumartesi

VAHŞETİN ÇAĞRISI - JACK LONDON


Bu yorumu kitabın kapağını kapatır kapatmaz ve çok yoğun duygularla yazıyorum. Buna bir övgü yazısı derdim ama klasikleşen bu eserlerin zaten övülecek bir çok yönü olduğu herkesçe kabul edilen bir gerçek.

İş Kültür yayınlarının modern klasikler serisinden çıkan kitabımız inanılmaz akıcı ve kolay okunur. Böyle eserlerin en sevdiğim yanı ağdalı ve yapış yapış bir dille algımı yormaması. Bu sizi kitabın yazım dili basit gibi yanlış bir kanıya yönlendirmesin çünkü oldukça etkili ve kanlı canlı bir anlatımla karşı karşıyayız. Akıcılık konusuna son bir vurgu yapmam gerekirse kitabı ikinci elime alışımda 1.5 saatte bitirdim. Yemek saati geldiğinde sofraya geçmek bile eziyet halini aldı. Akıcılık derken kastedilen budur.

Kitabın konusuna gelirsek kabaca bir köpeğin hayatı ve başına gelenler diyebiliriz fakat esasında mevzu çok başka. Jack London bir köpeğin gözünden insanlığı ve dönem olaylarını irdelemiş. Sırf bu sebeple bile Vahşetin Çağrısı okumaya değer. İnsanın ve karakterlerin her türlüsünü konu edinen bir çok olay Buck'ın macerasıyla paralel olarak kurgulanıyor.

Erdem ve haysiyet yoksunu bir bahçıvanla başlayan serüven, sevmeyi ve yaşamayı bilen, insan sıfatını gerçek manada hak eden bir adamla sona eriyor. Arada olup bitenlerse bir hayvanın hayatta kalma mücadelesinden çok daha fazlası. Kuzeyde yeni bulunan altın madenlerinin yarattığı çılgınlık ve hırs, bu hırs sonucunda yaşanan korkunç şeyler ve alçalan onlarca insan... Menfaatlerin herkesi farklı ölçülerde canavarlaştırmasının ve sonunda en iyisini bile yok edişinin hikayesi.

Bu kitapların sadeleştirilip çocuklara okutulması çok yazık. Çünkü bunlar fabl değil gerçek bir konusu ve hikayesi olan gerçek kitaplar. Bir çocuğun Buck'ı ele geçiren ilkelliği ve öldürme güdüsünü kavrayabilmesi mümkün değil. Bugüne kadar London kitaplarını görmezden gelişimin sebebi bir şekilde çocuk kitabı olan versiyonlarının çok popüler oluşuydu. Çocukken kısaltılmış ve sadeleşmiş haliyle okuduğum masalsı Beyaz Diş sebebiyle bu eserlerin yetişkin aklıyla okunması ve incelenmesi gerekliliğini istemeden gözardı etmişim.

Her ne kadar şu an evimde iki tam, dört çeyrek kedi bulunuyor olsa da kalbimde her zaman köpek insanı olmuşumdur. (Çocukluğumun kahramanı sevgili Zeus bunun yegane sebebidir. Umarım sonsuz çayırlarda hiç yakalayamadığın kedileri kovaladığın bir cennetin vardır.) Babası Saint Bernard, annesi ise kurt olan sevgili Buck kalbimdeki köpek sevgisinin karşılığı gibiydi ve eminim London için de köpek aşığı demek hiç yanıltıcı olmaz. Sevmeyen biri köpeklerdeki cesareti ve görkemi böylesi anlatamaz. Bu hikaye bana hayvan sevgisinin insanı yücelttiğini, çoğalttığını, daha fazlası yaptığını yeniden hatırlattı. Hepinize tavsiye ediyor, şiddetle öneriyorum.

Herkese Keyifli Okumalar...

29 Ekim 2018 Pazartesi

FAHRENHEIT 451 - RAY BRADBURY


Uzun zamandır böyle bir övgü yazısıyla karşınıza gelmeyi bekliyordum ve nihayet buradayız. Distopya zaten sevdiğim türlerin başında geliyor fakat bu kitap tüm okuduklarımın içinde açıkça en iyisi. Kıpkırmızı kapak tasarımı ve her yerine iliştirilmiş ödül ibareleriyle daha tek bir sayfasını bile okumadan kendi beklentisini yaratıyor. Saldırgan tasarımının hakkını veren hikaye, okurmaya başladığınızda resmen algınızı ısırıyor ve bütün o ödülleri hak ettiğine dair okuyucunun zihninde şüphe bırakmıyor.

Neil Gaiman önsözüyle başlayan okuma serüvenimiz harika bir yazar notu ve sonsözle nihayete eriyor. Aradaki macera kendini bir solukta okutturuyor. Şu an inanılmaz yoğun olan tempoma ve çalkantılı hayatıma rağmen iki gün içinde okumayı bitirdim çünkü elinize aldığınızda bırakmak imkansız. Kolay okunuyor, göz yormuyor, ağdalı betimlemelerle yolunuzu tıkamıyor fakat insanı yer yer -hatta sık sık- dehşete düşürdüğünü söylemek abartılı bir ifade olmaz.

Konusundan biraz bahsetmemiz gerekirse -tabii ki pek spoiler olaylarına girmeden- hikayemiz alternatif ve karanlık bir gelecekte geçiyor. Aslında ortam karanlık değil ve kimse bir şeylerin yanlış gittiğinin farkında değil. Cinayet, intihar, savaş, şiddet gibi kavramlar tamamen normalleştirilmiş ve sıradan hale gelmiş durumda. Duygulardan arındırılmış insanlar sadece eğlence ve zevk odaklı bir yaşam sürüyor. Akrabalık ilişkilerinden tutun, romantik ilişkilere kadar her şey sahte.

Bu düzenin koruyucuları da itfaiyeciler. Buradaki itfaiyecilerin esas görevi yangın sondürmek ve hayat kurtarmak değil. Devlet tarafından yasaklanan kitapları evlerle ve hatta gerekirse kitapların sahibiyle birlikte yakmak. İnsanlar şiirlerden tutun, kutsal kitaplara kadar her türlü duygunun ve inancın gereksiz olduğuna karar vermişler. İlk başlarda bunu yapan toplumun kendisiyken -ki günümüz toplumunun kolayca tüketme ve maddeye tapınma çılgınlığını ibret verici şekilde anımsatıyor- sonraları devlet eliyle topyekün bir yasağa dönüşmüş.

Kitabımızın kahramanı Guy. Aslında Bu adam bir itfaiyeci ve sistemin temel taşı hatta bizzat koruyucusu. Yine de bir şekilde, yanlış bir şeyler olduğunun ve olan biten hiçbir şeyin doğru olmadığının farkındalığı içinde. Öyle karanlık zihinler üretiyor ki toplum düşünmek isteyen insanlar ne düşüneceklerini bilecek noktada bile değiller. Bu ortamda sıradan hayatını sürdürürken Guy bir akşam iş dönüşü Clarissa adında genç bir kızla tanışır ve bu olay yaşanacak her şeyi tetikler. Kafasındaki adını koyamadığı sorunlara ve birikmiş bütün o sıkıntılara Clarissa bir çıkış kaynağı olur. Clarissa, mevcut toplum için tamamen anormal kabul edilse de Guy için bir şekilde toplumun geri kalan bütün fertlerinden daha normal görünüyordur.

Kızın çocuksu halleri ve masumiyeti esas karakterimizi çok etkiler ve olaylar aslında bundan sonra çığırından çıkarcasına gelişir. Etrafındaki her şeyin ne kadar suni ve sahte olduğunu fark eden Guy artık istese bile bu hayatı, bu şekilde yaşayamaz. Kitap yasakları ve okumann terk edilmesine dair bir hiciv gibi görünse de aslında Fahrenheit 451 doğrudan toplumsal bir eleştiri. Sevgi, aidiyet, fedakarlık, emek, sabır gibi nice hasletten yoksun bir toplumun aslında hayvan sürüsünden hiçbir farkı kalmayacağını anlatan bir felaket senaryosu.

Aldığı bütün ödülleri tek tek hak eden, bilimkurgunun ve distopyanın en nadide örneklerinden olan bu eseri okumanızı hepinize tavsiye ederim. Bugüne kadar okumamış olduğum için kendime kızıyorum ve eminim kitabı bitirdiğinizde siz de aynı hissiyatı yaşayacaksınız. Guy Montag hepimizin tanıması gereken biri, küçük eylemlerin büyük kahramanı. Onunla tanışın.

                                                         Herkese Keyifli Okumalar...



23 Ekim 2018 Salı

İSKANDİNAV MİTOLOJİSİ - NEIL GAIMAN


Selamlar, bugün size bahsedeceğim kitabın yazarı sanıyorum en sevdiğim yazar, emin değilim gerçi her an, herkesi daha çok sevebilirim. Daha önce okuduğum, bayıldığım ve blog'ta övdüğüm Amerikan TanrılarıYokyer, Yolun Sonundaki Okyanus ve daha nicelerinin yaratıcısı olan Neil Gaiman bir edebiyat kahramanı sayılabilir. 


Kitaba gelirsek öncelikle yayınevine minik bir teşekkürle giriş yapmak isterim. İnanılmaz berrak bir baskısı, gayet ferah yazı puntosu ve sıfır imla hatasıyla buram buram kalite kokan bir eser ortaya koymuşlar ve yazarın hakkını vermişler. Ciltli baskı eminim çok güzeldir ve kütüphanede durması bile başlı başına bir zevk olacaktır. Fakat metin uzunluğu ve yoğunluğu bakımından cilt gerektirecek bir eser değil aslında gönül rahatlığıyla karton kapak baskısını edinebilirsiniz. 

Kitabın konusuna gelirsek isminden yola çıkarak farkedebileceğiniz gibi konumuz İskandinav mitolojisi. Marvel sağ olsun zaten Odin, Thor, Loki gibi karakterlere aşinalık kazanmıştık ama bu kitapta irili ufaklı bir çok tanrı ve hatta dev var. Daha önce hiç duymadığınız mitolojik yaratıklar ve esasında kelt efsanelerinin özü. Kitaptaki ve Marvel evrenindeki tanrıların tasvir olarak birbirine çok benzemesi kitabı okurken doğrudan oyuncuların gözümde canlanmasına sebep oldu. Sanırım sonsuza kadar merak edeceğim konulardan biri olacak hiçbir film izlemeden, kafamda yerleşmiş imgeler olmadan bu kitabı okusaydım bu tanrıları nasıl hayal ederdim? 

Kitabın konusuna dönersek ilk elinize aldığınızda karşınıza çok güzel bir önsöz çıkıyor ve yazar bu kitabı neden kaleme aldığını çok güzel açıklıyor. Bu kitap İskandinav mitolojisine bir saygı gösterisi. Yunan ve Roma mitleri arasında -filmlerle hatırlanana kadar- soluk kalan bu koca kültür çoktan bu saygıyı hak etmişti. Yerel hikayelerden, efsanelerden ve tarihi kaynaklardan ilham alan Neil Gaiman bu kitabı tek bir kurgusal metin olarak değil de çeşitli hikayelerden ilham alan kısa öyküler olarak tasarlamış. 

Kitabın başında bu öyküler daha esprili, daha aydınlık ve daha birbirinden bağımsızken sonlara doğru gidildikçe öyküler arasında bir hikaye örgüsü oluşuyor ve Ragnarök düzleminde her şey giderek karanlıklaşıyor. Bu kitapla ilgili en önemli nokta genel kültürümüze kattığı şeyler dışında kafamızdaki imajları yerle bir etmesi. Bu kitabı okuduktan sonra artık ne Thor'a ne de Loki'ye aynı gözle bakamayacaksınız. Mitolojik bir tanrı bile olsa bir şekilde "kötü" karakterin ayrı bir derinliği ve cazibesi oluyor. Loki'yle ilgili yaptığım bu yorum sizi yanılgıya düşürmesin Odin'de bilgeliğini şeytanlığa kullanmakta gerçek bir usta. 

Büyüklü küçüklü tanrılar, Thor'un çekicinden tut, şiir şarabına kadar mükemmel kurgulanmış hikayeler, dünyanın yaratılışı ve alemlerin kurulmasıyla ilgili insanın ufkunu açan bütün o bilgiler olmasa bile sırf Loki'nin nasıl anne olduğunu öğrenmek için bile okumanızı tavsiye ederdim. Odin herkese Freya güzelliği bahşetsin diyor ve bu kitabı hepinize tavsiye ediyorum. 

Herkese Keyifli Okumalar... 




7 Ekim 2018 Pazar

ROANOKE KIZLARI - AMY ENGEL


Bugün sizlere yeni okumayı bitirdiğim bir kitaptan söz etmek istiyorum. Öncelikle kesinlikle +18 olarak yayımlanması icap eden bir içeriğe sahip olduğunu söyleyeceğim. Sakın yanlış anlaşılmasın içerik olarak öyle açık saçık veya pornografi içeren paragraflar olduğundan değil. Benim yetişkin ruhumu bile okurken yaraladığı için. Evet yanlış okumadınız gerçekten konuyu son derece rahatsız edici buldum. Daha da kötüsü yazarın konuyu işleyiş şekli. Tek bir satır bile edepsizlik etmeden bu konuyu okura bu derece rahatsız edecek düzeyde geçirmek bence büyük bir başarıdır.  Bu kitabı sanıyorum psikolojik gerilim türü olarak niteleyebiliriz, rahatsız edici içerikte zirveye oynar ama yine de bir Çatı serisi değil tabii. 

Kitabımızın baş kahramanı Lane 15 yaşındayken annesinin intihar etmesi sonucu öksüz kalır. Babasının kimliği zaten bilinmemektedir. Annesi zaten her zaman aşırı derecede mutsuz, psikolojik sorunları olan bir kadındır. Lane hemen hemen hiç sevgi görmeden büyümüştür. Bunun nedenini hiç bir zaman anlayamamıştır. Annesi geldiği yerden yani Roanoke'den söz etmekten nefret eder. Oradaki kötülüğün hiçbir yerde olmadığı konusunda Lane'i her zaman uyarır. Tabi ki Lane bu uyarıların hiçbirini tam olarak anlamamaktadır. İşte şimdi annesi ölmüştür ve Rooanoke'ye gitme zamanı gelmiştir. Büyükanne ve büyükbabası onu sevinçle karşılamış ve evlerine kabul etmişlerdir.

Ailenin çalışan emektarı Charlie Lane'i  otobüs terminalinden alıp eve getirdiğinde kuzeni Allegra onu sevinç ve neşe içinde karşılamıştı. Allegra kendi yaşıtı bir arkadaşı olduğu için çok mutluydu ve bu mutluluğu Lane ile paylaşıyordu. Kocaman güzel bir ev, içi hayvanlarla dolu kocaman bir çiftlik ve sadece kızların her türlü ihtiyacını karşılamak için masa üzerinde bırakılan büyükbabanın kredi kartları...

Aile son derece varlıklıydı ve hiç para sorunları yoktu. İstediği her şeyi alabilmekte özgürlerdi. İstedikleri zaman kasabaya iniyorlar eğleniyorlardı. Hatta onlarla ilgilenen erkek arkadaşları bile vardı. Cooper Sulleven ile Lane arasında müthiş bir çekim vardı. Allegra ve Tommy arasında olduğu gibi... Ne var ki böyle gerçek olamayacak kadar mükemmel değildir hayat, bir süre sonra Lane bu mükemmel yaşamı ardında bırakarak arkasına bakmadan kaçacaktır. 

Efendim kitabımızı iki zamanlı olarak ilerletmiş yazarımız. Yani bir geçmişe yani 15 yaşında öksüz kalarak Rounake'ye gelen Lane'in yaşadıklarını okuyoruz. Diğeri günümüz yani eşinden yeni boşanmış genç bir kadının gözünden yaşananları aktarmış bize. Neyse efendim Lane'in kuzeni Allgera kaybolmuştur. Günler geçmiş, polis her yerde aramış ancak bulamamıştır. Büyükbabası bir gece yarısı Lane'i arayarak mutlaka Raonake'ye geri gelmesi gerektiğini söyler. Allegra'ya karşı sorumluluk duyan Lane sırf onun hatırı için o eve geri dönecektir. Ama Lane'de çok iyi bilir ki Rounake kızlarının en büyük özelliği ya genç yaşta intihar etmeleri ya da kaçarak ortadan kaybolmalarıdır.

Bir aile düşünün ki çok eski bir geçmişleri var bulundukları yerde. O bölgenin önde gelen ailelerinden ve oldukça zenginler. Kızlarının hiç biri uzun ve mutlu yaşamamış. Kimse tam olarak sorgulamıyor ve kimse hiçbir şekilde bulaşmıyor. Aile içinde yaşananlar aile içinde kalıyor ki bence en büyük sorun da zaten bu.

Biraz durağan bir kitap olduğunu belirtmeliyim. Hikaye aslına bakarsanız hiç de olacak bir iş gibi görünmüyor. Gerçekçilik kavramından uzak kalmış bana göre. Tek bildiğim güçlü bir kalem olduğu ve tüylerimi bazı satırlarda diken diken ettiğidir. Tavsiye ediyorum  diyemem çünkü özellikle genç zihinleri  gereksiz düşüncelere sevk edebilecek bir konu. Psikolojik gerilim severim diyen yetişkinler için ise zaman geçirtebilir. 

Herkese Keyifli Okumalar...

30 Eylül 2018 Pazar

DAMIZLIK KIZIN ÖYKÜSÜ - MARGARET ATWOOD


Merhabalar, yine bir distopya ve yine ben. Bugün bahsedeceğim kitap aslında sadece bir distopya değil. Günümüz toplumuna çarpıcı bir eleştiri ve kadınların toplumdaki yerini, değerini inceleyen feminist bir eser. Baştan söylemem gerek bu kitabı oldukça sevdim ve etkilendim. Açıkçası bu kadar hoşuma gideceğini beklemiyordum fakat bir solukta okudum. Bütün distopyalar gibi bu hikayede devletin baskıcı ve karanlık bir politika geliştirip, toplumun dinamiklerini yeni baştan inşa etmesi konu alınıyor. İnsanların hayatta kalmak için ya da güvende kalmak için ne çok şeyden vazgeçebileceğini gözler önüne seriyor.

Anlatım dili yalın ama etkili, okurken ağdalanmıyor fakat gerçek bir metin okuduğunuzu da hissettiriyor. Akıcılık ve sürükleyicilik bakımından da bir sıkıntımız yok. Merak uyandırmak derseniz o da muazzam. Buradan sonrası spoiler içerecektir. Bu distopya halkının esas problemine gelirsek... Çoğu insan kısır. Tabii siz burada benim çoğu insan dediğime bakmayın yasalarca erkeklerin kısır olabildiğinin söylenmesi ve erkeklerin kısırlıkla suçlanması yasak. Bir çiftin öyle ya da böyle bebeği olmuyorsa bu kadının kısır olduğu anlamına geliyor.

Bahsettiğim kısırlık ülke hatta dünya nüfusunu etkileyebilecek kadar dramatik. Bu sebeple doğurgan kadınlar ve bebekler çok kıymetli fakat böyle kıymet görmek istemeyeceğinizden emin olabilirsiniz. Kadınlar arasında korkunç bir kast sistemi hakim. Eşler, Damızlıklar, Hizmetçiler. Yazarken bile korkunç gelen bu durum kıyafetlerin rengine kadar belirlenmiş, keskin sınırlarla karşımıza çıkıyor. Damızlıklar kırmızı, eşler mavi, hizmetçilerse yeşil kıyafetler giyiyorlar, bu onların toplum içindeki konumlarını ve davranışlarını belirliyor.

Eşler menapoza girdiği zaman üst düzey erkeklere -komutan diye bahsediliyor- bu damızlık kızlar tahsis ediliyor. Bu kızlar neye göre seçiliyor, bir kadının eş ya da damızlık olacağı nasıl belirleniyor derseniz cevap çarpıcı olacak... Yeni hükümet başa gelmeden evvel evlilik dışı cinsel ilişki yaşayan kadınlar onursuz ve doğal olarak damızlık kabul edilirken bakire olanlar eş statüsüne seçiliyor. Yaşlı kadınlar derseniz onlar hizmetçi olarak atananlar...

Bildiğimiz semavi dinlere tam olarak benzemese de toplumda sıkı bir dini baskı mevcut. Komutanların damızlık kızlarla sevişmesini meşru gösterebilmek için bu eylemi de dini bir kılıf altına sokmuşlar. Dokunmak ya da öpüşmek olmaksızın eşi de dahil edilerek üç kişilik bir ibadet gibi yaşanan hastalıklı bir cinsellik söz konusu. Kutlu bir bebek müjdesi için yapılan fedakarlıklar gibi anlatılsa da şüphesiz erkeklerin kurduğu sistemin yine erkeklere çalışmasından ibaret mevzu.

Kadınların sadece erkeklerin zevk ve çıkarlarına hizmet ettiği bu korkunç sistem size çok abartılı ve uzak gelebilir ama aslında yaşadığımız toplumun durumu da tam olarak bu. Sadece hiç kimse açık açık söylemiyor ama hep burada, aramızda. Erkek bebeği olunca sevinen ailelerle aramızda, kızını sosyal faaliyetlere göndermeyen babalarla aramızda, karım değil mi ister döverim ister severim diyen erkeklerle aramızda, kız çocuğuna koşma, düzgün otur diyen kadınlarla aramızda. Futbol izlerken bile annelerin, eşlerin, kardeşlerin kulakları küfürlerle çınlıyor bu ülkede. Kadının değersizliği ya da değerli bulunduğu tek biyolojik konu bizim sürekli dilimizde. Okunmasını muhakkak tavsiye ediyor, özellikle erkek okuyuculara öneriyorum.

Herkese Keyifli Okumalar...

24 Eylül 2018 Pazartesi

VİŞNE BAHÇESİ - ANTON ÇEHOV


Rus edebiyatının edebiyat dünyasındaki duruşu herkesin mağlumu. Martı başta olmak üzere pek çok tiyatro metni kaleme alan Anton Çehov'un tiyatro metni okumak için biçilmiş kaftan olduğunu düşündüm. Aslında bu düşüncede çok yanılmış sayılmam ama sağlıklı bir değerlendirme olabilmesi için sanırım daha çok tiyatro metni okumam gerekir.

Ben normalde saatte 90 sayfa okuyabilecek kadar dikkatli ve hızlı bir okuyucuyum. O yüzden bu 90 sayfalık tiyatro metnini okumanın bir hafta sürmesi beni benden aldı. Kendime inanamadım fakat kitabı elime aldığımda bir türlü akmamasına daha çok inanamadım. Üzülerek söylemek isterim tiyatro metinleri en çok tiyatro sahnelerinde güzelmiş. Çok fazla karakter, çok az betimleme, çok fazla diyalog... Edebi metinlerle ilgili sevdiğim şeyin betimlemeler ve hayal edebilme özgürlüğü olduğunu çok daha iyi anladım.

Vişne Bahçesi'nin konusuna gelirsek Çehov, aristokrasinin çöküşüyle birlikte yaşanan soylu sınıfı çöküşünü tek bir aile üzerinden anlatmış. Bu anlatış bir yandan çok hüzünlü bir yandan da çok aşağılayıcı. Sırf bu metne bakarak Anton Çehov için sınıf karşıtı ve eşitlikçi diyebilirim. Aristokrat karakterleri anlatışı o kadar alaycı ve aşağılayıcı ki başka bir sonuç çıkarmak imkansız. Para yönetiminden, zanaatlerden bihaber ve beceriksiz bu soylu takımı gerçekleri idrak etme yetisinden bile uzak. Korkunç bir kibirle halkı aşağılayan ve herkesi cahillikle itham eden bu grup aslında kendisi zır cahil.

Dramatik olması gereken, bir ailenin çöküşünü hatta mahvını konu alan bu eser neredeyse her satırıyla komik. Aristokratlarımızın gerçek hayattan tamamen kopukluğu, duygusal tepkilerle ve mızmızlanmayla her şeyi halledebileceklerini sanmaları, eski lükslerini ve savurganlıklarını ne olursa olsun devam ettirmeye çalışmaları ve bu hastalıklı halin sürekli absürd bir komedi olarak karşımıza çıkması, bu trajik hikayeyi traji-komik bir şeye dönüştürmüş.

Tabii belirtmeden geçemeyeceğim yeni nesil köylü ve köle çocuğu burjuvalar asillerden çok daha gülünç durumda. Geçmişte olanların hırsını üzerinden atamamış, hangi haklara sahip olursa olsun kendini aşağılık hisseden bu insanların ruh hali çok acıklı. Ticaret zenginliğinin ne olursa olsun itibar getirmediği bir toplumda doğuştan asil kana sahip olamamanın hazımsızlığını, servetlerini kaybetmiş aristokratlara eziyet ederek dindiren bir avuç zavallı olarak resmedilmişler. Sadece 90 sayfa içinde bu kadar çok mesajı böyle anlamlı ifade edebilmek şüphesiz yazarın başarısı. Türünün sevenlerine, aristokrasinin çöküşü ve burjuvazinin yükselişiyle ilgilenenlere tavsiye ediyorum.

Herkese Keyifli Okumalar...

21 Eylül 2018 Cuma

KÜRK MANTOLU MADONNA - SABAHATTİN ALİ


Kitabın Yapı Kredi Yayınları'ndan çıkan son baskısını okumuş bulunmaktayım. Ancak şunu belirtmeliyim ki orjinal metin ile oynanmadan, yani dilde hiçbir sadeleşmeye yer vermeden basıldığı söyleniyor ve buna ben de katılıyorum. Günlük yaşantımda eski tarz Arapça veya Farsça kökenli bazı kelimeleri kullanmayı çok da sevdiğim halde bazen ben bile okurken zorlandım diyebilirim. Bazı kelimeler sayfa altında anlamları belirtilirken bazılarına yer verilmemiş. Bir kaç kez sözlüğe göz atmamı gerektirecek kadar ağır bir dille yazılmış. Bu durum genç okurların işini biraz güçleştirse bile dimağlarda çok hoş bir tat bıraktığını söylemeden geçemeyeceğim. Edebiyat denizinin derinliklerinde kendinizi kaybederek okuyacağınız çok lezzetli eserlerden bir tanesi.

Şunu açık bir şekilde ifade etmeliyim ki normal şartlarda 300-500 sayfa ve üzeri modern roman tarzı kitapları bir gecede okuyan ben, burada 164 sayfadan oluşan bu kitabı 3 günde bitirebildim. Çünkü sindirilerek okunması icap eden bir eser. Yani birkaç sayfa okuduktan sonra üzerine düşünüyor, kendinizden mutlaka bir şeyler buluyorsunuz. Kitabın önsözünde de belirtildiği gibi kitap uzun hikaye tarzında aslında. Konu itibariyle benim bakış açımla kitap psikolojik/felsefi diye kategorize edebilirim.

Kitabımızın isimsiz bir anlatıcısı var. Bankadaki küçük memuriyetinden alındıktan sonra işsiz kalarak eski okul arkadaşına rastlaması sonucu yeni bir iş edinmesi ve bu iş yerindeki oda arkadaşı olan Raif Efendiyle tanışmasıyla kitabımız başlıyor. Şimdi ilk 60 sayfa anlatıcımızın bakış açısıyla hayat ve insanlar hakkındaki tespitlerle  geçmekte. Bu tespitler aslına bakarsanız o kadar yerinde ki bazen ben bile hayret ederek farkına vardım. Çünkü günlük hayatta fark etmeden o kadar yazılan ile aynı davranışlar içindeymişiz ki... Okuduklarım beni son derece şaşırttı ve farkına varmamı sağladı. İnsanlar ile ilgili nasıl da önyargılıyız, onları nasıl hemen kafamızda bir kalıba sokuyoruz ve nasıl da acımasızca niteliyoruz diye düşünmekten kendimi alamadım. Etrafımızda ne kadar da çok Raif Efendiler var ve belki biz nasıl da o Raif Efendi'lerden biriyiz kim bilir? 

İçeriğine çok fazla girmeden anlatmaya ve nacizane yorumlamaya çalışacağım. Kitap üzerine çok fazla yazılıp çizilip, popüler hale geldi biliyorum ama yine de burada içerikten bahsetmek yazara yapılabilecek büyük bir ayıpmış gibi geliyor bana. Anlatıcımız eski okul arkadaşının kendisi için bir iş icat etmesi sonucu artık bir iş sahibidir. Kendisine şirket için Almanca tercümanlık görevi yapan Raif Efendi'nin odasına bir masa konularak hadi geç işinin başına denmiştir. Raif Efendi ise son derece silik bir tip olup, günümüzdeki kelime anlamıyla tam bir eziktir. O günkü koşullarda herkese "Bey" diye hitap edilirken kendisini hala "Efendi" diye çağırır herkes ve bu anlatıcımıza göre ona saygı duyulmamasının bir işaretidir. Hiçbir konuda hakkını savunmaz Raif Efendi; örneğin çok önemli bir iş yaptığı halde maaşına zam yapılmaz. Yeni gelen memurlar bile daha yüksek ücret alırken onun maaşı hiç artmaz ve o bunu hiç sorgulamaz. Raif Efendi sadece kendini dış dünyaya tamamen kapatmış, insanların artık onu anlamalarının mümkün olmadığına kanaat getirmiş, lütfedip diğer insanlarla uğraşmayacak kadar bıkkındır. Tabi insanların bunu anlamasına olanak yoktur. Ta ki kara kaplı defter açılıncaya kadar...

Raif Efendi sürekli hastalanmaktadır. Kış sürecinde bu hastalıklar sık sık tekrar etmektedir. Yapılacak tercümeler de kendisine bir görevli tarafından evde yapılmak üzere getirilmektedir. İşte anlatıcımız bir gün böyle hastalanmalardan birinde geçmiş olsun demek için tercümeleri kendisi getirmiştir.  Gel zaman git zaman bu iki zat arasında adı konulamayan bir arkadaşlık hasıl olmuştur. Günlerden bir gün Raif Efendi çok hastalanmıştır. Eve doktor gelip gitmekte ve durumun ciddi olduğunu söylemektedir. Raif Efendi anlatıcıdan masasındaki eşyaları eve getirmesini rica eder. İşte kara kaplı defter de böyle gün ışığına çıkacaktır. Sobaya atılarak yakmasını istediği kara kaplı defteri okuması için anlatıcıya izin verecek, hiç değilse şu dünyada bir ruhun daha onu tanımasına fırsat verecektir. Anlatıcı nezdinde tabi ki bizler de gerçek Raif Efendi'yi tanıyacak ve belki de vay be diyeceğiz...

Kitap aslında tam da buradan sonra başlıyor arkadaşlar. Şimdi kısa ve net bir şekilde söylemek gerekirse hikaye hastalıklı bir aşkı konu alıyor. Tam manasıyla her iki insanın da psikolojik bazı sorunları olduğu kanısındayım. Günümüzde olsa bu belki tedavi edilebilirdi ama o gün için tabi ki mümkün değildi. İki kişi arasında gelişen bu hastalıklı sevgi okura çok güzel anlatılmış. Adeta yazar beynimize bunu nakşediyor diyebiliriz. Maria Puder karakteri burada karşımıza esas kız olarak  çıkıyor. Karakterin detayına kesinlikle girmeyeceğim çünkü çok derin ve bunu anlatmaya kalkışırsam yorum bitmez. Yalnız şunu söyleyebilirim onun da Raif Efendi'den hiç de aşağı kalmayan tuhaflıkları ve takıntıları var. İki insan arasında yaşanan bu tuhaf ve marazi aşk kalplerde biraz hüzün bırakıyor. 

Her zaman şunu merak etmişimdir; Eski dönemlerde cep telefonu icat olmuş olsaydı. Böyle büyük aşklar veya büyük hayal kırıklıkları yaşanır mıydı? İletişim kopukluğu ve insanların birbirlerinden sır saklama eğilimi büyük aşk ve hazin sonların yaratıcısı olabilir mi? Her neyse efendim bu konu tek başına başka bir yazı konusu olabilir. Diyeceğim şudur ki; Kesinlikle okumanızı tavsiye ediyorum. Kendi iç dünyanızı zenginleştirmek için, insanlara bakış açınızı tekrar gözden geçirmeniz için, gönül gözünüzün biraz daha açılması için şahane bir eser olduğunu tekrar belirterek, büyük üstat Sabahattin Ali beyefendiye de en içten saygılarımızı sunarak yorumu bitirelim. 

Beni etkileyen bazı bölümler;

"Dünyanın en basit, en zavallı, hatta en ahmak adamı bile, insanı hayretten hayrete düşürecek ne müthiş ve karışık bir ruha maliktir!.."

"Niçin bunu anlamaktan bu kadar kaçıyor ve insan dedikleri mahlûku anlaşılması ve hakkında hüküm verilmesi en kolay şeylerden biri zannediyoruz? Niçin ilk defa gördüğümüz bir peynirin evsafı hakkında söz söylemekten kaçındığımız hâlde ilk rast geldiğimiz insan hakkında son kararımızı verip gönül rahatlığıyla öteye geçiveriyoruz?"


"Maria Puder bana bir ruhum bulunduğunu öğretmişti ve ben de onun, şimdiye kadar rastladığım insanlar arasında ilk defa olarak, bir ruhu bulunduğunu tespit ediyordum. Muhakkak ki bütün insanların birer ruhu vardı, ama birçoğu bunun farkında değildi ve gene farkında olmadan geldikleri yere gideceklerdi. Bir ruh, ancak bir benzerini bulduğu zaman ve bize, bizim aklımıza, hesaplarımıza danışmaya lüzum bile görmeden, meydana çıkıyordu... Biz ancak o zaman sahiden yaşamaya, -ruhumuzla yaşamaya- başlıyorduk. O zaman bütün tereddütler, hicaplar bir tarafa bırakılıyor, ruhlar birbiriyle kucaklaşmak için, her şeyi çiğneyerek, birbirine koşuyordu." 


18 Eylül 2018 Salı

KÖTÜ KIZLAR ÖLMEZ - KATIE ALENDER


Bugün sizlere aslında çok sevdiğim bir tür olan ancak son derece vasat bulduğum bir kitaptan söz edeceğim. Efendim "Kötü Kızlar Ölmez" adlı kitabımızın kapak tasarımı mükemmel düzeyde diyebilirim. Gördüğü andan itibaren beni kendine çekti ve tüylerimi diken diken etti. Ancak bir türlü okuma imkanı bulamadığım bu kitabı nihayet okuma fırsatı bulduğumda hiç de paketi kadar etkileyici olmadığını anladım ve derin bir hayal kırıklığı yaşadım. 

Nedenini şöyle izah edeyim. Arkadaşlar genç edebiyatı konusunda bir çok kitap okumuşuzdur. Yani neticede ilk kez liseliler arası muhabbete konu olan kitap bu değil. Ancak lise muhabbetinin bu kitapta mide bulandırıcı düzeyde vıcık vıcık  ilk kez ele alındığına şahit oluyorum. Benim kanımca bu da aslında hikayenin çok da ayaklarının yere basmamasından kaynaklı. Yazar çok ilginç bir başlangıç yakalamış  ama bir türlü geliştirememiş gibi duruyor. 

Efendim asıl kızımız Alexis ancak herkes kendisine Lexi diyor. Bu hanım kızımız aykırı olmak adına her şeyi yapan cinsten. Ayrıca nedendir bilinmez ponpon kız alerjisi bulunmakta. Onlara ayrı bir gıcık oluyor tabir-i caiz ise kıl kapıyor diyelim. Nerede gotik tip var bu hanım kızımız onlarla birlikte. Tek olumlu özelliği fotoğraf sanatına olan ilgisi. Zaten açık söyleyeyim yazarın da tek araştırıp bir kaç teknik detay verebildiği konu sanırım bu olsa gerek. İşkolik bir anne, biraz sorumsuz bir baba, ve aşırı sorunlu bir kız kardeşe sahip Lexi. Topluma olan hıncı yüzünden aykırı davranış şekillerine yöneldiğini düşünüyorum Lexi'nin. 

Günlerden bir gün evde acayip olaylar gelişmeye başlar. Ne yazık ki Lexi dışında kimse ne olduğunun farkında değildir. Örneğin evde kendi kendine açılan ya da kapanan kapılar,  kapatılamayan klima, açıklanamayan parıltılı ışıklar... Şimdi burada hemen şu düşüncemi dile getirmek isterim; korku unsurları daha net, daha vurucu olabilirdi. Belki de yazarın bu unsurları okuyucuya yansıtma konusundaki  başarısı sorgulanmalı. Bilemiyorum eksik bir şeyler var. Halbuki cidden bu tarzı çok ama çok severim. Hani böyle ürpermeye hazır bir şekilde aç gözlerle okuyorum. Biraz olsun rahatsız etmesi gerekirdi bence.

Türün sevenleri için önerilebilir belki ilginizi çekerse hoş zaman geçirmenizi sağlayabilir. Ancak bu konu çok daha iyi bir şekilde işlenebilirdi. Ortaya çok daha muazzam bir roman çıkabilirdi. Çok büyük bir beklentiniz yoksa idare edebilir. Fakat altını çizerek söylüyorum kapak tasarımını yapan her kimse kutluyorum. Bu kadar başarılı olabilirdi gerçekten söylüyorum inanılmaz bir enerjisi ve estetiği var, insanı çekiyor kendine. Yani burada sayfalarca anlatabilirim kapak tasarımının hissettirdiklerini ama konumuz bu değil.

Herkese Keyifli Okumalar...

14 Eylül 2018 Cuma

OTOMATİK PORTAKAL - ANTHONY BURGESS


Bu yazımızın konusu herkesçe çok sevilen ve mükemmel bir distopya kabul edilen Otomatik Portakal. İşin aslı distopya sevdiğim bir tür, olabilecek en karanlık şeylerin kurgularını okumak benim için oldukça keyifli. O yüzden bu kitaba başlamadan evvel daha büyük bir beklenti içindeydim. Bu sebepten olsa gerek bu hikayeyi sevemedim çünkü karanlığının kurgusu beklediğimden çok uzaktı.

Alex ve arkadaşları asayişin sağlanamadığı ve kolluk kuvvetlerinin yetersiz kaldığı alternatif bir evrende yaşayan dört genç. Kamu güvenliği sağlanamayınca doğal olarak çetecilik faaliyetleri alıp başını gidiyor. Liderliğini esas karakterimiz Alex'in üstlendiği bu dört arkadaş da aslında küçük bir çete. Zevk için yaşlıları gasp etmekten tut, girip dükkan soymaya kadar çeşitli iğrenç faaliyetlerle meşgul olan bu gençler azılı birer suçlu. 

Spoiler olabilir o yüzden baştan uyarmak isterim aslında benim hikayeden koptuğum kısım toplu bir tecavüz gerçekleşmesiyle oldu. Hırsızlık, hafif yaralama, gasp bunları tartışabiliriz ve hangi şartların insanları bu hale getirdiğini sorgulayabiliriz ama hiçbir toplumsal kaos insanı tecavüzcüye çevirmez. Bu noktada karakterlerle empati yapabilme yeteneğimi kaybedince okuma keyfinin büyük bir kısmını da kaybetmiş oldum. Sadece bitirmiş olmak için bitirdim. 

Anlatım dili inanılmaz rahatsız ediciydi. Yani sokak jargonundan ya da küfürlerden bahsetmiyorum ama "görmek" kelimesi yerine sürekli olarak "dikizlemek" kelimesinin kullanılması inanılmaz gözüme battı. Çeviriyle ilgili bir sıkıntı olabilir belki de anadilindeyken yapılan bir takım kelime oyunlarının tam olarak türkçe karşılığı olmaması sebebiyle böyle bir anlatım sıkıntısı doğmuştur. 

Kitabın asıl anlatmak istediğine gelirsek irdelediği konu özgür irade. İyilik her haliyle doğru olan mıdır? Yoksa iyiliğin doğru bir şey olabilmesi için özgür iradeyle seçilmiş olmaı mı gerekir? Suçluları sırf suç işledikleri için özgür iradelerinden mahrum bırakma hakkı toplumun elinde midir? Aslında bunlar çok güzel ve çok yerinde sorular ama kitap o kadar vahşi suçlarla ilgili böyle bir çıkarıma girmiş ki gerçek dünyada müebbet ya da idamla yargılanacak suçluların özgür iradesiyle ilgili böyle kaygılar yaşamak bana fazla lüks, gereksiz bir medeniyet ölçütü olarak geldi. Bu durumdan da çok memnun değilim herkesin beğendiği şeyler insanın üzerinde beğenmesi gerektiğine dair hayali bir baskı yaratıyor. Okunmalı mı derseniz? Okunmalı ama çok şey beklenmemeli. 

Herkese Keyifli Okumalar...

7 Eylül 2018 Cuma

LUCIFER / DİZİ ÖNERİLERİ #1


Söze başlamadan evvel bu yazının bir takım spoiler'lar içereceğini belirtmek isterim. Öncelikle söylemek istediğim kısa ve net; fantastik/polisiye severler için bu dizi biçilmiş kaftan olabilir. Son derece akıcı ve sürükleyici bir konusu olduğunu söylemeden geçemeyeceğim. Tabi ki her fantastik dizide olduğu gibi saçma olan bazı yerler olsa da neticede adı üzerinde fantastik değil mi?

Başroldeki kahramanımız Lucifer Morningstar (ona kısaca Luci demelerine bayılıyorum) uzun boylu, yakışıklı ve karizmatik bir şeytan. Bildiğiniz cehennemin kralı olan Lucifer yani. Tom Ellis tarafından canlandırılan çok tatlı bir karakter diyebilirim. Efendim Lucifer Tanrı tarafından cehenneme sürülmüş ve orayı yönetmek üzere atanmış, yani bir anlamda cehennemin kralı olmuştur. Ancak bu duruma fena bozulan Luci dünyaya yani Los Angeles’e tatile gelmiş ve o kadar hoşnut olmuş ki kalmaya karar vermiştir. 

Şeytanımız klasik olarak burada Lux adında bir gece kulübü işletmekte. İnsanların, özellikle kadınların Lucifer’ı çok çekici bulmaları bir yana kendilerini üzerine atan bir tavır içindeler. Her iki cinsi de kendisine hayran bırakmayı başaran bu adam dünyada ne istese elde edebilecek halde! Bir hüneri daha var ki... Etkileyicilikte tepe noktası desem abartılı olmaz. Karizmatik şeytanımız insanların gözlerine bakarak en gizli arzularını itiraf etmelerini sağlayabilmekte. Polis işinde bu özelliğinin ona büyük yararı dokunacak. Ama bilin bakalım bu özellik kime hiç işlememekte? Tabi ki esas kızımız Chloe’ye böyle iblissel güçler asla işlemez. Onun asla gizli arzularını itiraf etmesini sağlayamaz. Başarısız olmanın getirdiği hırs zamana Chloe ve Lucifer arasında önüne geçilemez bir aşka dönüşür.

Chloe Decker yani esas kızımızsa babasının izinden giden bir cinayet masası dedektifidir. Louren Germen tarafından canlandırılan bu karakterin en çarpıcı özelliği güzel ama aptal olmasıdır. Ciddiyim izlerken, "Aptal kadın, ya salak mısın bu da yapılır mı?" diye bayağı bir sinirlendirdiği zamanlar oldu. Oldukça güzel olan bu hanım kızımızı görür görmez Lucifer çarpılır. Aslında öncelikle Lucifer’ı etkileyen şey diğer kadınların üzerinde oluşturduğu etkiyi Chloe’de oluşturamamasıdır. Önce bu ilgisini çeker sonra da bir şekilde dedektif ile partner olurlar ve birlikte davaları kovalamaya başlarlar. Tabi ki Lucifer’ın fantastik güçleri onlara çok ama çok yardımcı olacaktır. Bu hanım kızımızın kendisi gibi dedektif olan bir eski kocası (Dan) ve Trish adında bir küçük kızı (monkey diye seslenir annesi) da bulunmaktadır. Dan ve Lucifer çekişmeleri gülümsetir.

Burada bu diziden söz ederken tüm karakterlerden biraz bahsetmemek olmaz. Amenadiel Lucifer’ın kardeşi ve doğal olarak kendisi bir melek. Dünyaya kardeşini ait olduğu yere yani cehenneme geri götürmek için gelmiştir.  Tabi ki gitmek istemeyen Lucifer’ı götürmek o kadar da kolay değildir. Bu süreçte dünya sorunlarına karışan bu melek kardeşimiz görevini yerine getiremez ve başarısız olur. Melek özelliklerini kaybetmiştir, yani kanatlarını... Daha doğrusu kendisi başarısız olduğu için babasının onu cezalandırdığını düşünmektedir. Onları geri almak uğruna hemen her şeyi yapmayı göze alacaktır. Amenadiel karakteri ise siyahi oyuncu David Bryn Woodside tarafından canlandırılmaktadır. Kendisi bayağı da yakışıklı bir abimizdir.

Dr. Linda ise son derece sevimli ve tatlı bir psikologtur. Şeytana kim psikolojik danışmanlık verebilir derseniz bu kişi kesinlikle Linda’dır. Lucifer’ın ödeme yapma şekli ise son derece ilginçtir. Başlangıçta Linda’da herkes gibi Lucifer’ın metaforlar yardımı ile kendini ifade etmeye çalıştığını düşünür. Aslında Lucifer bir şey saklamıyordu. Herkese şeytan olduğunu söyler yanında “Aman Tanrım” diyenlere ise “Babamı karıştırmayın” gibi cümlelerle yanıt verirdi.  Ama kimse tabi ki ona inanmamakta. Linda’da böyle zannederken bir gün Lucifer ona gerçek yüzünü gösterir, yani şeytan yüzünü. Şoka giren zavallı Linda çok uzun süre kendine gelemez. Ama sonra toparlanır ve kaldığı yerden olaylar ilginç bir şekilde akmaya devam eder. Bu arada Dr. Linda karakteri de Rachael Harris tarafından canlandırılmakta olduğunu hemen hatırlatalım.

Şimdi bu kadar anlatıp da Charlotte Richards’dan bahsetmemek olmaz. Son derece hırslı bir avukattır. Tuttuğunu koparan iyi veya kötü ayrımsamayan paraya tapan bir hatun kişidir. Bu arada çok güzel (laf olsun diye söylemiyorum gerçekten çok güzel ve seksi) bir kadındır. Canlandıran oyuncu Tricia Helfer’de çok güzel bir performans sergilemektedir. Efendim Lucufer’ın annesi yani yaradılışın tanrıçası da kocası tarafından lanetlenerek cehenneme kapatılmıştır ama işte Lucifer’ın yokluğunu fırsat bilerek cehennemden kaçar ve dünyaya gelir. Kendine bir beden bulması gereklidir bilin bakalım kimin bedenini alır. Charlotte dediğinizi duyar gibiyim.Yaradılışın tanrıçası onun bedenini işgal ettiğinde Charlotte'ın ruhu cehenneme gider. Annesinin ruhu Lucifer tarafından bir şekilde Charlotte'ın bedeninden çıkarıldığında mucize olur ve Charlotte geri gelir. Ancak bu defa bilinçlidir ve tüm hayatını tekrar cehenneme gitmemek üzere planlayacaktır. Böyle kötücül bir karakter cehennemden uzak durmaya çalışırsa neler olur? Komik olur tabii.

Tabi benim söz ettiklerim belli başlı karakterler. Başka karakterlerde tabi ki zaman zaman dahil olacak. Özellikle Elle Lopez karakterini seveceğinizi düşünüyorum. Çok şeker bir tip gerçekten. İzlerken eğleneceğinizi düşündüğüm bir dizi olması sebebiyle kesinlikle öneriyorum. Üç sezon çekilmiş durumda ve dördüncü sezon onayı almış bir dizi. İnternet ortamında rahatça izleyebilirsiniz. İçeriğindeki tek sorun bir türlü seyirciye istediğinin verilmemesidir. Yani üç sezon çekip de hala başroller aralarında sır saklayıp, öpüşmekten öteye gidemedikleri zaman biraz moral düşüyor tabi ki. Bu nedenledir ki internet ortamında bir çok yorumda ilk sezon çok iyiydi sonrakiler o kadar iyi değil vs. gibi sözler göze çarpıyor. Çünkü insanlar beklenti içinde ve o beklenti bir türlü karşılanmıyor. Özellikle boş zamanınız varsa ve bu tarz dizilerden hoşlanıyorsanız kesinlikle tavsiye ederim. Çok hoş vakit geçirir ve eğlenirsiniz. İzleyen arkadaşların da yorumlarını bekliyorum.

Herkese Keyifli Seyirler... 

1 Eylül 2018 Cumartesi

TÜRK DİZİSİ KLİŞELERİ #1


Türk dizilerinin içler acısı hali herkesin malumu. Zaman zaman bu blog'ta korkunç yergilere şahit oldunuz. Açıkçası bu yazı da onlardan biri ama komiklisi. Aslında televizyonculuk açısından dram sayılabilecek bir konuda mizah yapmak zorunda kalmak oldukça üzücü. Hele şu yaz ekranı denen nane hepten çekilmez...
Yaz biterken ve bu acı nihayet son bulurken sizleri Türk dizisi klişeleriyle başbaşa bırakıyorum. Millet Game of Thrones çeksin bizim mevzular hala zengin koca... Neyse zaten yeterince yerden yere vurdum bari birazcık hakkını vereyim. Bu yazı seçkin ve kaliteli yapımları meclisten dışarı tutmaktadır. Hatta belki bir ara en izlenilesi Türk dizileri yazısı da okuruz buralarda, bilemeyiz.

***


1) FAKİR KIZIN SOSYOPAT ÜVEY ANNESİ


Bu kadın yıllardır üvey kızının karşısına bir gün zengin bir talip çıkması ihtimali hiç yokmuş gibi hunharca kötülük eder. Geçen bir dizide eve ekmek almış geri dönmekte olan bir kızın üvey annenin attığı uçan tekmeyle çamura yapışıp ekmeği temiz tutmaya çalıştığına şahit oldum. Bu kadının mutlaka bir tane de kendi klonu olan öz kızı vardır. Esas kızın aşırı zengin gerçek ailesi ortaya çıktığında kendine çok enteresan hedefler belirler. Makyaj malzemeleri ve açık seçik kıyafetleri bu fakirlikte nereden bulduğu tartışmaya açıktır. Esas kız onu iyi bir insana dönüştürmeye çalışacak ve gerizekalılığına asla doymayacaktır.


2) ZENGİN KAYNANANIN SOSYETİK ORTAMDA FAKİR GELİNİ AŞAĞILAMASI


Bu yeni dizilerimizin kendilerine yeşilçamdan miras aldığı en favori olayımdır. Esas kızın üvey annesi ve kötü kardeşi ucuz mahalle kıyafetleriyle baloya geldiğinde, zengin kaynana tarafından aşağılanmlarına rağmen gülücükler saçmaya devam ederler. Tabi ki esas kızımız buna dayanamayıp ağlayarak yerlerde yuvarlanmaya başlar. Üvey anne ne yapıp edip dünürünü kendi tarafına çekecektir. Mesela para karşılığı kızı oğlandan ayırma motviasyonuyla.


3) ÖLÜMSÜZLER


Yedi kurşun yedikten sonra reklam aralarıyla beraber toplam 137 dakika boyunca ölümle pençeleşen, üstelik bunu ağır çekimde yapan karakterlerdir. Sonunda öleceklerse bu mutlaka iki bölüm sonra olur. Ölmeyeceklerse de bölüm sonunda ölmüş gibi yaparlar. İnsanı derin açmazlara sürükleyen bu kişilerin ölümlü ruhlar oldukları tartışılmalıdır. Elektro şoka dayanıklılıkları vardır. Asla kalp çalıştırma makinasıyla hayata dönmezler. Hayata tutunmak için sevdikleri kızın eline ya da göz yaşına ihtiyaçları vardır. Eğer kola takılı bir serum görürseniz o serumun içine birileri mutlaka zehir katmayı deneyecektir.


4) SÜREKLİ KALP KRİZİ GEÇİREN ZENGİN BABA


Şirkete çökmeye çalışan sonradan olma karısı sürekli üvey evlatlarla planlar yapar. Bir şekilde mezara sokup paraları cukkalamak istediğini siz anlarsınız ama bu sığır anlamaz. Özellikle herkesin olduğu sabah kahvaltılarında kalp krizi geçirmesiyle bilinir. Zaten sezon ortalarında şirket bir şekilde batacağı için ön hazırlık yapmaktadır. Eğer ölürse sürpriz şekilde mirasını esas kıza bırakmış olduğunu görenler deliye döner. Adam mezarında ters döner vallaha...


5) YAKIŞIKLI KASLI OTO TAMİRCİSİ ESAS OĞLAN


İlk karşılaşmada genelde yüzü gözü yağ içindedir. Atletinden kasları belli olur, akşama kadar araba tamir eder ama akşam yemeğinde ellerinin tertemiz olduğunu görürsünüz. Çünkü adam kirli elleri olamayacak kadar yakışıklıdır. Çevresinde ya çok yüksek seksapaliteye sahip bir fakir takıntısı, yahut aşırı zengin ve üstü açık arabası olan bir kadın olur. Herif sezon ortalarında mutlaka ultra zengin olup mahallenin çocuklarına plastik top filan alır. Bir zamanlar fakir olduğu için yüzüne bakmayan o kız, şimdi dışarıdan komplolar kurmaya başlamıştır. Şaşırtıcı olan ise asla şaşmayacak şekilde dizinin bu kızla yapılan evlilikle sonlanacak olmasıdır. Kız mutlaka imana gelip doğru yolu bulur ve adam bütün zenginliği ardında bırakıp kızla beraber uzaklara gider. Ne yiyip içecekler biz bilmiyoruz. Bu dizilerde bir kere zengin olan kişiler artık şirket batsa da zengin kalırlar.


6) AŞIRI PROBLEMLİ ERGEN KIZ KARDEŞ


Kaçırılmalarıyla ve intiharlarıyla tanınır. Para kıyıp şu kızı servise yazdırsalar bu sorunlar büyük ölçüde çözülecek ama dizilerde belli bir gerizekalılık seviyesi vardır ve kimse bunun üzerine çıkamaz. Kesinlikle uyuşturucu satıcısı birine aşık olup ilerleyen bölümlerde başkalarına satılmak üzereyken kurtarılacaktır. Bu tipler asla sırt çantası takmazlar. Okulla alakaları yoktur. Sonlara doğru öğretmenlerden birini kapatmaları muhtemeldir.


7) İLK BÖLÜMDE KAYBOLAN KÜÇÜK ÇOCUK


Bu tür dizilerde birilerinin tanışması için bir çocuğun kaybolması şartı vardır. O çocuğu başka kimse bulamaz, zaten asosyal ve sorunludur. Sadece esas adamla iyi anlaşır. Eğer esas oğlan tanıdık ise muhtemelen onun babası çıkacaktır. Nasıl bulduğunu da o zaman anlıyoruz, kan çekiyor... Çocuk dizi boyunca kime baba diyeceğini karıştırır çünkü annesi kiminle evleneceğine hamile kaldıktan sonra karar vermiştir. Odasında mutlaka gizli bir çekmece ve o çekmecede pislik bilinçaltını yansıtan karalamalar vardır.


8) DEDE VEYA BABA YADİGARI OBJELER


Silah, bıçak, tesbih, yüzük veya tablo olabilir. Ne olacağını belirleyen etken ailenin ekonomik, mafyatilk ve aşiretik pozisyonuyla alakalıdır. Duruma göre birileri tarafından çalınır, sevdiceğe hediye edilir, kardeşin gözüne sokulur. Objeyi eline geçiren yedi krallığa hükmeder gibi aileye lider olur. Fakat esas oğlan asla bunu tek seferde kabul etmez. Anası ve yedi sülalesi teker teker yalvardıktan sonra karizmatik burnunu kıvırarak ailenin başına geçer.


9) İŞLER YOLUNDA GİDERKEN ÇIKAGELEN KÖTÜ KARDEŞ


Bu herif gelip her şeyi esas oğlandan almak için şirketin veya çiftliğin en parlak zamanını bekler. Hakkı olanı almaya muhtemelen bet bakışlı bir avukat ya da babasının ikinci karısı olan annesiyle gelir. Çok korkunç fakirlikler yaşamıştır ve intikam yemini etmiştir. Bir süre bütün karakterleri kanırtır, esas oğlanı mutlaka içeri attırır. Esas kıza gönül koyar, elde etmek ister. Kendiliğinden doğru yolu bulana kadar ona sadece boyun eğersiniz. Esas oğlan ne de olsa kardeşimdir diyerek asla bu adamı vurmaz. Gerçi bu da ölümsüzler listesindedir.


10) FAKİR AİLENİN YANAN EVİ


O ev mutlaka yanacak aga. Kaçarı yok, yakarlar. Evsiz kalıp kötü amca veya teyzeye yerleşen fakir aile hor görülmeye gösterdikleri tahammülle oskara aday olurlar. "Babanın malı gibi dolabı ne karıştırıyorsun?" gibi sorular duymaları isyan etmelerine sebep olmaz. Zaten evinde kaldıkları kişi onları aşağılayacağı günü sabırla beklemiştir. Yoksulun kendinden daha yoksul olanı hunharca tokatlamasını bu noktada görürüz. Vazgeçilmez mihenk taşıdır. Olmayan dizi eksiktir.


28 Ağustos 2018 Salı

GÖZ - STEPHEN KING


Öncelikle şunu söyleyeyim kitabı okumadan önce telekinezi hakkında pek bir şey bilmiyordum. Sadece bazı nesneleri yerinden beyin gücüyle oynatabilen insanlar olduğunu duymuştum. Böyle güçlü bir enerji patlamasının mümkün olduğunu tahayyül bile edemezdim. Carrie üç yaşındayken sırf yan komşu bikiniyle güneşlenirken baktı diye öz annesi tarafından günahkar ilan edilmiştir. Bu sapık kadın tarafından bıçakla boğazlanmak üzereyken birdenbire evdeki tüm eşyalar dışarı fırlatılmış ve sadece kendi evlerinin üzerine buz ve taş yağdırarak ilk küçük kıyametini yaratmıştır. O gün yaşanan o olaya kasabadaki hiç kimse bir anlam verememişti ama annesi anlamıştı şeytan laneti vardı işte üç yaşındaki çocuğun üzerinde ve Carrie'yi böyle büyüttü.

Carietta White içine kapanık liseli bir ergendir. Kendini bildi bileli toplum tarafından dışlanmış ve en acımasız şakalara, alay ve aşağılanmalara maruz kalmıştır. Bunun en büyük nedeniyse sapkınlık derecede dindar olan annesi aslında. Böylesi aşırı sapkın ve bağnaz eğilimleri olan bir kadın tarafından büyütülmesine nasıl izin verilir, devlet çocuğu nasıl koruma altına almaz gerçekten aklım almıyor. Kadına göre her şey günah hele ki kadınlar zaten doğuştan günahkar varlıklar. Durmadan dua ederek temizlenmeli ve bağışlanmayı dilemeliler. Kızı sürekli dolaba kapatıp dua ermesini falan istiyor. Kitabı okurken ürperiyor ve yok artık diyorsunuz. Bir anne nasıl böyle davranabilir? Kızı 17 yaşına dek adet görmezse bir anne hekime başvurmaz mı? Ama kadın mutlu bilakis şeytanın kızından uzak durduğunu falan düşünüyor.

Carrie bir gün okulda beden eğitimi dersi sonrasında, toplu duş aldıkları bir ortamda ilk kez adet görmeye başlamasıyla olayların fitili ateşleniyor. Zaten sürekli ezilen ve aşağılanan zavallı kız ne olduğunu, başına ne geldiğini anlayamadığı gibi bir yandan da kan kaybından öleceğini sanıyor. Bütün o yaşadığı dehşet yetmezmiş gibi bir de güya sınıf arkadaşları  olacak bir grup geri zekalı kız topluca Carrie ile alay edip aşağılıyor. Beden eğtimi öğretmeni  Bayan Desjardin ise ortama girdiğinde bir nebze diğerlerini engelleyerek yardım etme eğiliminde olsa da içinden o da Carrie’yi hor görüyor. Tabi şimdi bakıldığı zaman tüm bunların sorumlusunun Carrie'nin annesi olduğunu anlamak için kahin olmaya gerek yok. Kızcağızın kıyafetleri de iğrenç derecede eski moda ve kapalı.

Neyse efendim konumuza dönersek  yine de Bayan Desjardin müdür ile konuşarak Carrie ile acımasızca alay eden bu kızları cezalandırmak için onay alıyor. Fakat bu acımasız kızlardan biri olan Chris  bölgenin en ünlü avukatının kızı olması ve bunun getirdiği şımarıklıktan cezayı kabul etmemiş, itiraz etmiştir. Hatta babası bizzat gelip müdür ile tartışır. Ancak tabi ki kızının aslında son derece haksız olduğunu bu avukat bey de bilmekte ama bu durumu kabullenmesine yetmemektedir.  Bu durumda inat eden müdür de madem cezaya kalmıyorsa baloya da gelmeyecek diye kıza balo bileti satılmasını yasaklar. Bu tavır zaten birine kıl olan bir grup ergenin iyice çileden çıkmasını sağlayacak bir hamle oluyor. Tabi ki liseli ergenlerin hayatındaki en önemli mevzu okulun mezuniyet balosudur. İyice  sinirlenen ve kin tutan  Chris gidip alemlerin en serserisi  Billy'le sözde romantik bir ilişkiye başlayıp tüm bu olayların sorumlusu olarak gördüğü Carrie’den intikam almanın peşine düşüyor  Bütün bu olaylar silsilesinin bir araya gelmesi inanılması çok zor olan büyük trajedinin başlangıcı başlamış olur.  O iğrenç Carrie'ye hakettiğini vermek için balodan daha güzel bir intikam mekanı olabilir mi? Chris ve Billy için müthiş ortam oluşuyor ve intikam şekilleri ise gerçekten iğrenç ve travmatik. Anlatmayacağım ama üzücü cidden. Bu yapılan hareketin sonucunda tüm kasaba müthiş zarar görüyor tabi ki.

Bu arada bu balo için teklifi aldığında Carrie’nin duygusal gel-gitlerinden, annesi olacak pislik ile yaşadığı gerilim ve savaştan söz etmiyorum bile. Düşünsenize öyel alışmış ki ezilip aşağılanmaya önce inanmıyor dalga geçtiğini düşünüyor. Hatta balo gecesi hazırlandığında bile son anda Tommy'nin gelmeyeceğinden onunla alay ettiğinden şüpheleniyor. Yani bir insan o noktaya getirilmemeli gerçekten. Nasıl da korkuyor ama bir o kadar istiyor orada, o baloda olmayı. O insanlar tarafından kabul edilmeyi ve onaylanmayı istiyor aslında. Toplumda kabul görmemesi zaten tamamiyle annesinin suçu olmasına karşın kadının hiçbir şeyin farkında olmaması ve hiçbir konuda sorumluluk almaması çok inanılmaz geliyor bana.

Ve işte o meşum gecenin sonunda yaşadıklarına  daha fazla kayıtsız kalamayan Carrie ise tam da o an artık  bir intikam meleğine dönüşüyor ve tüm kasabayı yerle bir ediyor. Bilinen ölü sayısı dört yüz kırk, on sekiz kişi hâlâ kayıp listesinde. Ölenlerin altmış yedisi Ewen Lisesinin mezun olacak gençlerden oluşuyor. Böyle bir olayın getçrkten yaşanabildiğine inanmakta zorlanıyorum gerçekten. Okumayanlar için tavsiye ederim arkadaşlar. Okuyan kişiler aramızdayda lütfen yorumlarını merakla bekliyorum.

Herkese Keyifli Okumalar...
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...