30 Eylül 2018 Pazar

DAMIZLIK KIZIN ÖYKÜSÜ - MARGARET ATWOOD


Merhabalar, yine bir distopya ve yine ben. Bugün bahsedeceğim kitap aslında sadece bir distopya değil. Günümüz toplumuna çarpıcı bir eleştiri ve kadınların toplumdaki yerini, değerini inceleyen feminist bir eser. Baştan söylemem gerek bu kitabı oldukça sevdim ve etkilendim. Açıkçası bu kadar hoşuma gideceğini beklemiyordum fakat bir solukta okudum. Bütün distopyalar gibi bu hikayede devletin baskıcı ve karanlık bir politika geliştirip, toplumun dinamiklerini yeni baştan inşa etmesi konu alınıyor. İnsanların hayatta kalmak için ya da güvende kalmak için ne çok şeyden vazgeçebileceğini gözler önüne seriyor.

Anlatım dili yalın ama etkili, okurken ağdalanmıyor fakat gerçek bir metin okuduğunuzu da hissettiriyor. Akıcılık ve sürükleyicilik bakımından da bir sıkıntımız yok. Merak uyandırmak derseniz o da muazzam. Buradan sonrası spoiler içerecektir. Bu distopya halkının esas problemine gelirsek... Çoğu insan kısır. Tabii siz burada benim çoğu insan dediğime bakmayın yasalarca erkeklerin kısır olabildiğinin söylenmesi ve erkeklerin kısırlıkla suçlanması yasak. Bir çiftin öyle ya da böyle bebeği olmuyorsa bu kadının kısır olduğu anlamına geliyor.

Bahsettiğim kısırlık ülke hatta dünya nüfusunu etkileyebilecek kadar dramatik. Bu sebeple doğurgan kadınlar ve bebekler çok kıymetli fakat böyle kıymet görmek istemeyeceğinizden emin olabilirsiniz. Kadınlar arasında korkunç bir kast sistemi hakim. Eşler, Damızlıklar, Hizmetçiler. Yazarken bile korkunç gelen bu durum kıyafetlerin rengine kadar belirlenmiş, keskin sınırlarla karşımıza çıkıyor. Damızlıklar kırmızı, eşler mavi, hizmetçilerse yeşil kıyafetler giyiyorlar, bu onların toplum içindeki konumlarını ve davranışlarını belirliyor.

Eşler menapoza girdiği zaman üst düzey erkeklere -komutan diye bahsediliyor- bu damızlık kızlar tahsis ediliyor. Bu kızlar neye göre seçiliyor, bir kadının eş ya da damızlık olacağı nasıl belirleniyor derseniz cevap çarpıcı olacak... Yeni hükümet başa gelmeden evvel evlilik dışı cinsel ilişki yaşayan kadınlar onursuz ve doğal olarak damızlık kabul edilirken bakire olanlar eş statüsüne seçiliyor. Yaşlı kadınlar derseniz onlar hizmetçi olarak atananlar...

Bildiğimiz semavi dinlere tam olarak benzemese de toplumda sıkı bir dini baskı mevcut. Komutanların damızlık kızlarla sevişmesini meşru gösterebilmek için bu eylemi de dini bir kılıf altına sokmuşlar. Dokunmak ya da öpüşmek olmaksızın eşi de dahil edilerek üç kişilik bir ibadet gibi yaşanan hastalıklı bir cinsellik söz konusu. Kutlu bir bebek müjdesi için yapılan fedakarlıklar gibi anlatılsa da şüphesiz erkeklerin kurduğu sistemin yine erkeklere çalışmasından ibaret mevzu.

Kadınların sadece erkeklerin zevk ve çıkarlarına hizmet ettiği bu korkunç sistem size çok abartılı ve uzak gelebilir ama aslında yaşadığımız toplumun durumu da tam olarak bu. Sadece hiç kimse açık açık söylemiyor ama hep burada, aramızda. Erkek bebeği olunca sevinen ailelerle aramızda, kızını sosyal faaliyetlere göndermeyen babalarla aramızda, karım değil mi ister döverim ister severim diyen erkeklerle aramızda, kız çocuğuna koşma, düzgün otur diyen kadınlarla aramızda. Futbol izlerken bile annelerin, eşlerin, kardeşlerin kulakları küfürlerle çınlıyor bu ülkede. Kadının değersizliği ya da değerli bulunduğu tek biyolojik konu bizim sürekli dilimizde. Okunmasını muhakkak tavsiye ediyor, özellikle erkek okuyuculara öneriyorum.

Herkese Keyifli Okumalar...

24 Eylül 2018 Pazartesi

VİŞNE BAHÇESİ - ANTON ÇEHOV


Rus edebiyatının edebiyat dünyasındaki duruşu herkesin mağlumu. Martı başta olmak üzere pek çok tiyatro metni kaleme alan Anton Çehov'un tiyatro metni okumak için biçilmiş kaftan olduğunu düşündüm. Aslında bu düşüncede çok yanılmış sayılmam ama sağlıklı bir değerlendirme olabilmesi için sanırım daha çok tiyatro metni okumam gerekir.

Ben normalde saatte 90 sayfa okuyabilecek kadar dikkatli ve hızlı bir okuyucuyum. O yüzden bu 90 sayfalık tiyatro metnini okumanın bir hafta sürmesi beni benden aldı. Kendime inanamadım fakat kitabı elime aldığımda bir türlü akmamasına daha çok inanamadım. Üzülerek söylemek isterim tiyatro metinleri en çok tiyatro sahnelerinde güzelmiş. Çok fazla karakter, çok az betimleme, çok fazla diyalog... Edebi metinlerle ilgili sevdiğim şeyin betimlemeler ve hayal edebilme özgürlüğü olduğunu çok daha iyi anladım.

Vişne Bahçesi'nin konusuna gelirsek Çehov, aristokrasinin çöküşüyle birlikte yaşanan soylu sınıfı çöküşünü tek bir aile üzerinden anlatmış. Bu anlatış bir yandan çok hüzünlü bir yandan da çok aşağılayıcı. Sırf bu metne bakarak Anton Çehov için sınıf karşıtı ve eşitlikçi diyebilirim. Aristokrat karakterleri anlatışı o kadar alaycı ve aşağılayıcı ki başka bir sonuç çıkarmak imkansız. Para yönetiminden, zanaatlerden bihaber ve beceriksiz bu soylu takımı gerçekleri idrak etme yetisinden bile uzak. Korkunç bir kibirle halkı aşağılayan ve herkesi cahillikle itham eden bu grup aslında kendisi zır cahil.

Dramatik olması gereken, bir ailenin çöküşünü hatta mahvını konu alan bu eser neredeyse her satırıyla komik. Aristokratlarımızın gerçek hayattan tamamen kopukluğu, duygusal tepkilerle ve mızmızlanmayla her şeyi halledebileceklerini sanmaları, eski lükslerini ve savurganlıklarını ne olursa olsun devam ettirmeye çalışmaları ve bu hastalıklı halin sürekli absürd bir komedi olarak karşımıza çıkması, bu trajik hikayeyi traji-komik bir şeye dönüştürmüş.

Tabii belirtmeden geçemeyeceğim yeni nesil köylü ve köle çocuğu burjuvalar asillerden çok daha gülünç durumda. Geçmişte olanların hırsını üzerinden atamamış, hangi haklara sahip olursa olsun kendini aşağılık hisseden bu insanların ruh hali çok acıklı. Ticaret zenginliğinin ne olursa olsun itibar getirmediği bir toplumda doğuştan asil kana sahip olamamanın hazımsızlığını, servetlerini kaybetmiş aristokratlara eziyet ederek dindiren bir avuç zavallı olarak resmedilmişler. Sadece 90 sayfa içinde bu kadar çok mesajı böyle anlamlı ifade edebilmek şüphesiz yazarın başarısı. Türünün sevenlerine, aristokrasinin çöküşü ve burjuvazinin yükselişiyle ilgilenenlere tavsiye ediyorum.

Herkese Keyifli Okumalar...

21 Eylül 2018 Cuma

KÜRK MANTOLU MADONNA - SABAHATTİN ALİ


Kitabın Yapı Kredi Yayınları'ndan çıkan son baskısını okumuş bulunmaktayım. Ancak şunu belirtmeliyim ki orjinal metin ile oynanmadan, yani dilde hiçbir sadeleşmeye yer vermeden basıldığı söyleniyor ve buna ben de katılıyorum. Günlük yaşantımda eski tarz Arapça veya Farsça kökenli bazı kelimeleri kullanmayı çok da sevdiğim halde bazen ben bile okurken zorlandım diyebilirim. Bazı kelimeler sayfa altında anlamları belirtilirken bazılarına yer verilmemiş. Bir kaç kez sözlüğe göz atmamı gerektirecek kadar ağır bir dille yazılmış. Bu durum genç okurların işini biraz güçleştirse bile dimağlarda çok hoş bir tat bıraktığını söylemeden geçemeyeceğim. Edebiyat denizinin derinliklerinde kendinizi kaybederek okuyacağınız çok lezzetli eserlerden bir tanesi.

Şunu açık bir şekilde ifade etmeliyim ki normal şartlarda 300-500 sayfa ve üzeri modern roman tarzı kitapları bir gecede okuyan ben, burada 164 sayfadan oluşan bu kitabı 3 günde bitirebildim. Çünkü sindirilerek okunması icap eden bir eser. Yani birkaç sayfa okuduktan sonra üzerine düşünüyor, kendinizden mutlaka bir şeyler buluyorsunuz. Kitabın önsözünde de belirtildiği gibi kitap uzun hikaye tarzında aslında. Konu itibariyle benim bakış açımla kitap psikolojik/felsefi diye kategorize edebilirim.

Kitabımızın isimsiz bir anlatıcısı var. Bankadaki küçük memuriyetinden alındıktan sonra işsiz kalarak eski okul arkadaşına rastlaması sonucu yeni bir iş edinmesi ve bu iş yerindeki oda arkadaşı olan Raif Efendiyle tanışmasıyla kitabımız başlıyor. Şimdi ilk 60 sayfa anlatıcımızın bakış açısıyla hayat ve insanlar hakkındaki tespitlerle  geçmekte. Bu tespitler aslına bakarsanız o kadar yerinde ki bazen ben bile hayret ederek farkına vardım. Çünkü günlük hayatta fark etmeden o kadar yazılan ile aynı davranışlar içindeymişiz ki... Okuduklarım beni son derece şaşırttı ve farkına varmamı sağladı. İnsanlar ile ilgili nasıl da önyargılıyız, onları nasıl hemen kafamızda bir kalıba sokuyoruz ve nasıl da acımasızca niteliyoruz diye düşünmekten kendimi alamadım. Etrafımızda ne kadar da çok Raif Efendiler var ve belki biz nasıl da o Raif Efendi'lerden biriyiz kim bilir? 

İçeriğine çok fazla girmeden anlatmaya ve nacizane yorumlamaya çalışacağım. Kitap üzerine çok fazla yazılıp çizilip, popüler hale geldi biliyorum ama yine de burada içerikten bahsetmek yazara yapılabilecek büyük bir ayıpmış gibi geliyor bana. Anlatıcımız eski okul arkadaşının kendisi için bir iş icat etmesi sonucu artık bir iş sahibidir. Kendisine şirket için Almanca tercümanlık görevi yapan Raif Efendi'nin odasına bir masa konularak hadi geç işinin başına denmiştir. Raif Efendi ise son derece silik bir tip olup, günümüzdeki kelime anlamıyla tam bir eziktir. O günkü koşullarda herkese "Bey" diye hitap edilirken kendisini hala "Efendi" diye çağırır herkes ve bu anlatıcımıza göre ona saygı duyulmamasının bir işaretidir. Hiçbir konuda hakkını savunmaz Raif Efendi; örneğin çok önemli bir iş yaptığı halde maaşına zam yapılmaz. Yeni gelen memurlar bile daha yüksek ücret alırken onun maaşı hiç artmaz ve o bunu hiç sorgulamaz. Raif Efendi sadece kendini dış dünyaya tamamen kapatmış, insanların artık onu anlamalarının mümkün olmadığına kanaat getirmiş, lütfedip diğer insanlarla uğraşmayacak kadar bıkkındır. Tabi insanların bunu anlamasına olanak yoktur. Ta ki kara kaplı defter açılıncaya kadar...

Raif Efendi sürekli hastalanmaktadır. Kış sürecinde bu hastalıklar sık sık tekrar etmektedir. Yapılacak tercümeler de kendisine bir görevli tarafından evde yapılmak üzere getirilmektedir. İşte anlatıcımız bir gün böyle hastalanmalardan birinde geçmiş olsun demek için tercümeleri kendisi getirmiştir.  Gel zaman git zaman bu iki zat arasında adı konulamayan bir arkadaşlık hasıl olmuştur. Günlerden bir gün Raif Efendi çok hastalanmıştır. Eve doktor gelip gitmekte ve durumun ciddi olduğunu söylemektedir. Raif Efendi anlatıcıdan masasındaki eşyaları eve getirmesini rica eder. İşte kara kaplı defter de böyle gün ışığına çıkacaktır. Sobaya atılarak yakmasını istediği kara kaplı defteri okuması için anlatıcıya izin verecek, hiç değilse şu dünyada bir ruhun daha onu tanımasına fırsat verecektir. Anlatıcı nezdinde tabi ki bizler de gerçek Raif Efendi'yi tanıyacak ve belki de vay be diyeceğiz...

Kitap aslında tam da buradan sonra başlıyor arkadaşlar. Şimdi kısa ve net bir şekilde söylemek gerekirse hikaye hastalıklı bir aşkı konu alıyor. Tam manasıyla her iki insanın da psikolojik bazı sorunları olduğu kanısındayım. Günümüzde olsa bu belki tedavi edilebilirdi ama o gün için tabi ki mümkün değildi. İki kişi arasında gelişen bu hastalıklı sevgi okura çok güzel anlatılmış. Adeta yazar beynimize bunu nakşediyor diyebiliriz. Maria Puder karakteri burada karşımıza esas kız olarak  çıkıyor. Karakterin detayına kesinlikle girmeyeceğim çünkü çok derin ve bunu anlatmaya kalkışırsam yorum bitmez. Yalnız şunu söyleyebilirim onun da Raif Efendi'den hiç de aşağı kalmayan tuhaflıkları ve takıntıları var. İki insan arasında yaşanan bu tuhaf ve marazi aşk kalplerde biraz hüzün bırakıyor. 

Her zaman şunu merak etmişimdir; Eski dönemlerde cep telefonu icat olmuş olsaydı. Böyle büyük aşklar veya büyük hayal kırıklıkları yaşanır mıydı? İletişim kopukluğu ve insanların birbirlerinden sır saklama eğilimi büyük aşk ve hazin sonların yaratıcısı olabilir mi? Her neyse efendim bu konu tek başına başka bir yazı konusu olabilir. Diyeceğim şudur ki; Kesinlikle okumanızı tavsiye ediyorum. Kendi iç dünyanızı zenginleştirmek için, insanlara bakış açınızı tekrar gözden geçirmeniz için, gönül gözünüzün biraz daha açılması için şahane bir eser olduğunu tekrar belirterek, büyük üstat Sabahattin Ali beyefendiye de en içten saygılarımızı sunarak yorumu bitirelim. 

Beni etkileyen bazı bölümler;

"Dünyanın en basit, en zavallı, hatta en ahmak adamı bile, insanı hayretten hayrete düşürecek ne müthiş ve karışık bir ruha maliktir!.."

"Niçin bunu anlamaktan bu kadar kaçıyor ve insan dedikleri mahlûku anlaşılması ve hakkında hüküm verilmesi en kolay şeylerden biri zannediyoruz? Niçin ilk defa gördüğümüz bir peynirin evsafı hakkında söz söylemekten kaçındığımız hâlde ilk rast geldiğimiz insan hakkında son kararımızı verip gönül rahatlığıyla öteye geçiveriyoruz?"


"Maria Puder bana bir ruhum bulunduğunu öğretmişti ve ben de onun, şimdiye kadar rastladığım insanlar arasında ilk defa olarak, bir ruhu bulunduğunu tespit ediyordum. Muhakkak ki bütün insanların birer ruhu vardı, ama birçoğu bunun farkında değildi ve gene farkında olmadan geldikleri yere gideceklerdi. Bir ruh, ancak bir benzerini bulduğu zaman ve bize, bizim aklımıza, hesaplarımıza danışmaya lüzum bile görmeden, meydana çıkıyordu... Biz ancak o zaman sahiden yaşamaya, -ruhumuzla yaşamaya- başlıyorduk. O zaman bütün tereddütler, hicaplar bir tarafa bırakılıyor, ruhlar birbiriyle kucaklaşmak için, her şeyi çiğneyerek, birbirine koşuyordu." 


18 Eylül 2018 Salı

KÖTÜ KIZLAR ÖLMEZ - KATIE ALENDER


Bugün sizlere aslında çok sevdiğim bir tür olan ancak son derece vasat bulduğum bir kitaptan söz edeceğim. Efendim "Kötü Kızlar Ölmez" adlı kitabımızın kapak tasarımı mükemmel düzeyde diyebilirim. Gördüğü andan itibaren beni kendine çekti ve tüylerimi diken diken etti. Ancak bir türlü okuma imkanı bulamadığım bu kitabı nihayet okuma fırsatı bulduğumda hiç de paketi kadar etkileyici olmadığını anladım ve derin bir hayal kırıklığı yaşadım. 

Nedenini şöyle izah edeyim. Arkadaşlar genç edebiyatı konusunda bir çok kitap okumuşuzdur. Yani neticede ilk kez liseliler arası muhabbete konu olan kitap bu değil. Ancak lise muhabbetinin bu kitapta mide bulandırıcı düzeyde vıcık vıcık  ilk kez ele alındığına şahit oluyorum. Benim kanımca bu da aslında hikayenin çok da ayaklarının yere basmamasından kaynaklı. Yazar çok ilginç bir başlangıç yakalamış  ama bir türlü geliştirememiş gibi duruyor. 

Efendim asıl kızımız Alexis ancak herkes kendisine Lexi diyor. Bu hanım kızımız aykırı olmak adına her şeyi yapan cinsten. Ayrıca nedendir bilinmez ponpon kız alerjisi bulunmakta. Onlara ayrı bir gıcık oluyor tabir-i caiz ise kıl kapıyor diyelim. Nerede gotik tip var bu hanım kızımız onlarla birlikte. Tek olumlu özelliği fotoğraf sanatına olan ilgisi. Zaten açık söyleyeyim yazarın da tek araştırıp bir kaç teknik detay verebildiği konu sanırım bu olsa gerek. İşkolik bir anne, biraz sorumsuz bir baba, ve aşırı sorunlu bir kız kardeşe sahip Lexi. Topluma olan hıncı yüzünden aykırı davranış şekillerine yöneldiğini düşünüyorum Lexi'nin. 

Günlerden bir gün evde acayip olaylar gelişmeye başlar. Ne yazık ki Lexi dışında kimse ne olduğunun farkında değildir. Örneğin evde kendi kendine açılan ya da kapanan kapılar,  kapatılamayan klima, açıklanamayan parıltılı ışıklar... Şimdi burada hemen şu düşüncemi dile getirmek isterim; korku unsurları daha net, daha vurucu olabilirdi. Belki de yazarın bu unsurları okuyucuya yansıtma konusundaki  başarısı sorgulanmalı. Bilemiyorum eksik bir şeyler var. Halbuki cidden bu tarzı çok ama çok severim. Hani böyle ürpermeye hazır bir şekilde aç gözlerle okuyorum. Biraz olsun rahatsız etmesi gerekirdi bence.

Türün sevenleri için önerilebilir belki ilginizi çekerse hoş zaman geçirmenizi sağlayabilir. Ancak bu konu çok daha iyi bir şekilde işlenebilirdi. Ortaya çok daha muazzam bir roman çıkabilirdi. Çok büyük bir beklentiniz yoksa idare edebilir. Fakat altını çizerek söylüyorum kapak tasarımını yapan her kimse kutluyorum. Bu kadar başarılı olabilirdi gerçekten söylüyorum inanılmaz bir enerjisi ve estetiği var, insanı çekiyor kendine. Yani burada sayfalarca anlatabilirim kapak tasarımının hissettirdiklerini ama konumuz bu değil.

Herkese Keyifli Okumalar...

14 Eylül 2018 Cuma

OTOMATİK PORTAKAL - ANTHONY BURGESS


Bu yazımızın konusu herkesçe çok sevilen ve mükemmel bir distopya kabul edilen Otomatik Portakal. İşin aslı distopya sevdiğim bir tür, olabilecek en karanlık şeylerin kurgularını okumak benim için oldukça keyifli. O yüzden bu kitaba başlamadan evvel daha büyük bir beklenti içindeydim. Bu sebepten olsa gerek bu hikayeyi sevemedim çünkü karanlığının kurgusu beklediğimden çok uzaktı.

Alex ve arkadaşları asayişin sağlanamadığı ve kolluk kuvvetlerinin yetersiz kaldığı alternatif bir evrende yaşayan dört genç. Kamu güvenliği sağlanamayınca doğal olarak çetecilik faaliyetleri alıp başını gidiyor. Liderliğini esas karakterimiz Alex'in üstlendiği bu dört arkadaş da aslında küçük bir çete. Zevk için yaşlıları gasp etmekten tut, girip dükkan soymaya kadar çeşitli iğrenç faaliyetlerle meşgul olan bu gençler azılı birer suçlu. 

Spoiler olabilir o yüzden baştan uyarmak isterim aslında benim hikayeden koptuğum kısım toplu bir tecavüz gerçekleşmesiyle oldu. Hırsızlık, hafif yaralama, gasp bunları tartışabiliriz ve hangi şartların insanları bu hale getirdiğini sorgulayabiliriz ama hiçbir toplumsal kaos insanı tecavüzcüye çevirmez. Bu noktada karakterlerle empati yapabilme yeteneğimi kaybedince okuma keyfinin büyük bir kısmını da kaybetmiş oldum. Sadece bitirmiş olmak için bitirdim. 

Anlatım dili inanılmaz rahatsız ediciydi. Yani sokak jargonundan ya da küfürlerden bahsetmiyorum ama "görmek" kelimesi yerine sürekli olarak "dikizlemek" kelimesinin kullanılması inanılmaz gözüme battı. Çeviriyle ilgili bir sıkıntı olabilir belki de anadilindeyken yapılan bir takım kelime oyunlarının tam olarak türkçe karşılığı olmaması sebebiyle böyle bir anlatım sıkıntısı doğmuştur. 

Kitabın asıl anlatmak istediğine gelirsek irdelediği konu özgür irade. İyilik her haliyle doğru olan mıdır? Yoksa iyiliğin doğru bir şey olabilmesi için özgür iradeyle seçilmiş olmaı mı gerekir? Suçluları sırf suç işledikleri için özgür iradelerinden mahrum bırakma hakkı toplumun elinde midir? Aslında bunlar çok güzel ve çok yerinde sorular ama kitap o kadar vahşi suçlarla ilgili böyle bir çıkarıma girmiş ki gerçek dünyada müebbet ya da idamla yargılanacak suçluların özgür iradesiyle ilgili böyle kaygılar yaşamak bana fazla lüks, gereksiz bir medeniyet ölçütü olarak geldi. Bu durumdan da çok memnun değilim herkesin beğendiği şeyler insanın üzerinde beğenmesi gerektiğine dair hayali bir baskı yaratıyor. Okunmalı mı derseniz? Okunmalı ama çok şey beklenmemeli. 

Herkese Keyifli Okumalar...

7 Eylül 2018 Cuma

LUCIFER / DİZİ ÖNERİLERİ #1


Söze başlamadan evvel bu yazının bir takım spoiler'lar içereceğini belirtmek isterim. Öncelikle söylemek istediğim kısa ve net; fantastik/polisiye severler için bu dizi biçilmiş kaftan olabilir. Son derece akıcı ve sürükleyici bir konusu olduğunu söylemeden geçemeyeceğim. Tabi ki her fantastik dizide olduğu gibi saçma olan bazı yerler olsa da neticede adı üzerinde fantastik değil mi?

Başroldeki kahramanımız Lucifer Morningstar (ona kısaca Luci demelerine bayılıyorum) uzun boylu, yakışıklı ve karizmatik bir şeytan. Bildiğiniz cehennemin kralı olan Lucifer yani. Tom Ellis tarafından canlandırılan çok tatlı bir karakter diyebilirim. Efendim Lucifer Tanrı tarafından cehenneme sürülmüş ve orayı yönetmek üzere atanmış, yani bir anlamda cehennemin kralı olmuştur. Ancak bu duruma fena bozulan Luci dünyaya yani Los Angeles’e tatile gelmiş ve o kadar hoşnut olmuş ki kalmaya karar vermiştir. 

Şeytanımız klasik olarak burada Lux adında bir gece kulübü işletmekte. İnsanların, özellikle kadınların Lucifer’ı çok çekici bulmaları bir yana kendilerini üzerine atan bir tavır içindeler. Her iki cinsi de kendisine hayran bırakmayı başaran bu adam dünyada ne istese elde edebilecek halde! Bir hüneri daha var ki... Etkileyicilikte tepe noktası desem abartılı olmaz. Karizmatik şeytanımız insanların gözlerine bakarak en gizli arzularını itiraf etmelerini sağlayabilmekte. Polis işinde bu özelliğinin ona büyük yararı dokunacak. Ama bilin bakalım bu özellik kime hiç işlememekte? Tabi ki esas kızımız Chloe’ye böyle iblissel güçler asla işlemez. Onun asla gizli arzularını itiraf etmesini sağlayamaz. Başarısız olmanın getirdiği hırs zamana Chloe ve Lucifer arasında önüne geçilemez bir aşka dönüşür.

Chloe Decker yani esas kızımızsa babasının izinden giden bir cinayet masası dedektifidir. Louren Germen tarafından canlandırılan bu karakterin en çarpıcı özelliği güzel ama aptal olmasıdır. Ciddiyim izlerken, "Aptal kadın, ya salak mısın bu da yapılır mı?" diye bayağı bir sinirlendirdiği zamanlar oldu. Oldukça güzel olan bu hanım kızımızı görür görmez Lucifer çarpılır. Aslında öncelikle Lucifer’ı etkileyen şey diğer kadınların üzerinde oluşturduğu etkiyi Chloe’de oluşturamamasıdır. Önce bu ilgisini çeker sonra da bir şekilde dedektif ile partner olurlar ve birlikte davaları kovalamaya başlarlar. Tabi ki Lucifer’ın fantastik güçleri onlara çok ama çok yardımcı olacaktır. Bu hanım kızımızın kendisi gibi dedektif olan bir eski kocası (Dan) ve Trish adında bir küçük kızı (monkey diye seslenir annesi) da bulunmaktadır. Dan ve Lucifer çekişmeleri gülümsetir.

Burada bu diziden söz ederken tüm karakterlerden biraz bahsetmemek olmaz. Amenadiel Lucifer’ın kardeşi ve doğal olarak kendisi bir melek. Dünyaya kardeşini ait olduğu yere yani cehenneme geri götürmek için gelmiştir.  Tabi ki gitmek istemeyen Lucifer’ı götürmek o kadar da kolay değildir. Bu süreçte dünya sorunlarına karışan bu melek kardeşimiz görevini yerine getiremez ve başarısız olur. Melek özelliklerini kaybetmiştir, yani kanatlarını... Daha doğrusu kendisi başarısız olduğu için babasının onu cezalandırdığını düşünmektedir. Onları geri almak uğruna hemen her şeyi yapmayı göze alacaktır. Amenadiel karakteri ise siyahi oyuncu David Bryn Woodside tarafından canlandırılmaktadır. Kendisi bayağı da yakışıklı bir abimizdir.

Dr. Linda ise son derece sevimli ve tatlı bir psikologtur. Şeytana kim psikolojik danışmanlık verebilir derseniz bu kişi kesinlikle Linda’dır. Lucifer’ın ödeme yapma şekli ise son derece ilginçtir. Başlangıçta Linda’da herkes gibi Lucifer’ın metaforlar yardımı ile kendini ifade etmeye çalıştığını düşünür. Aslında Lucifer bir şey saklamıyordu. Herkese şeytan olduğunu söyler yanında “Aman Tanrım” diyenlere ise “Babamı karıştırmayın” gibi cümlelerle yanıt verirdi.  Ama kimse tabi ki ona inanmamakta. Linda’da böyle zannederken bir gün Lucifer ona gerçek yüzünü gösterir, yani şeytan yüzünü. Şoka giren zavallı Linda çok uzun süre kendine gelemez. Ama sonra toparlanır ve kaldığı yerden olaylar ilginç bir şekilde akmaya devam eder. Bu arada Dr. Linda karakteri de Rachael Harris tarafından canlandırılmakta olduğunu hemen hatırlatalım.

Şimdi bu kadar anlatıp da Charlotte Richards’dan bahsetmemek olmaz. Son derece hırslı bir avukattır. Tuttuğunu koparan iyi veya kötü ayrımsamayan paraya tapan bir hatun kişidir. Bu arada çok güzel (laf olsun diye söylemiyorum gerçekten çok güzel ve seksi) bir kadındır. Canlandıran oyuncu Tricia Helfer’de çok güzel bir performans sergilemektedir. Efendim Lucufer’ın annesi yani yaradılışın tanrıçası da kocası tarafından lanetlenerek cehenneme kapatılmıştır ama işte Lucifer’ın yokluğunu fırsat bilerek cehennemden kaçar ve dünyaya gelir. Kendine bir beden bulması gereklidir bilin bakalım kimin bedenini alır. Charlotte dediğinizi duyar gibiyim.Yaradılışın tanrıçası onun bedenini işgal ettiğinde Charlotte'ın ruhu cehenneme gider. Annesinin ruhu Lucifer tarafından bir şekilde Charlotte'ın bedeninden çıkarıldığında mucize olur ve Charlotte geri gelir. Ancak bu defa bilinçlidir ve tüm hayatını tekrar cehenneme gitmemek üzere planlayacaktır. Böyle kötücül bir karakter cehennemden uzak durmaya çalışırsa neler olur? Komik olur tabii.

Tabi benim söz ettiklerim belli başlı karakterler. Başka karakterlerde tabi ki zaman zaman dahil olacak. Özellikle Elle Lopez karakterini seveceğinizi düşünüyorum. Çok şeker bir tip gerçekten. İzlerken eğleneceğinizi düşündüğüm bir dizi olması sebebiyle kesinlikle öneriyorum. Üç sezon çekilmiş durumda ve dördüncü sezon onayı almış bir dizi. İnternet ortamında rahatça izleyebilirsiniz. İçeriğindeki tek sorun bir türlü seyirciye istediğinin verilmemesidir. Yani üç sezon çekip de hala başroller aralarında sır saklayıp, öpüşmekten öteye gidemedikleri zaman biraz moral düşüyor tabi ki. Bu nedenledir ki internet ortamında bir çok yorumda ilk sezon çok iyiydi sonrakiler o kadar iyi değil vs. gibi sözler göze çarpıyor. Çünkü insanlar beklenti içinde ve o beklenti bir türlü karşılanmıyor. Özellikle boş zamanınız varsa ve bu tarz dizilerden hoşlanıyorsanız kesinlikle tavsiye ederim. Çok hoş vakit geçirir ve eğlenirsiniz. İzleyen arkadaşların da yorumlarını bekliyorum.

Herkese Keyifli Seyirler... 

1 Eylül 2018 Cumartesi

TÜRK DİZİSİ KLİŞELERİ #1


Türk dizilerinin içler acısı hali herkesin malumu. Zaman zaman bu blog'ta korkunç yergilere şahit oldunuz. Açıkçası bu yazı da onlardan biri ama komiklisi. Aslında televizyonculuk açısından dram sayılabilecek bir konuda mizah yapmak zorunda kalmak oldukça üzücü. Hele şu yaz ekranı denen nane hepten çekilmez...
Yaz biterken ve bu acı nihayet son bulurken sizleri Türk dizisi klişeleriyle başbaşa bırakıyorum. Millet Game of Thrones çeksin bizim mevzular hala zengin koca... Neyse zaten yeterince yerden yere vurdum bari birazcık hakkını vereyim. Bu yazı seçkin ve kaliteli yapımları meclisten dışarı tutmaktadır. Hatta belki bir ara en izlenilesi Türk dizileri yazısı da okuruz buralarda, bilemeyiz.

***


1) FAKİR KIZIN SOSYOPAT ÜVEY ANNESİ


Bu kadın yıllardır üvey kızının karşısına bir gün zengin bir talip çıkması ihtimali hiç yokmuş gibi hunharca kötülük eder. Geçen bir dizide eve ekmek almış geri dönmekte olan bir kızın üvey annenin attığı uçan tekmeyle çamura yapışıp ekmeği temiz tutmaya çalıştığına şahit oldum. Bu kadının mutlaka bir tane de kendi klonu olan öz kızı vardır. Esas kızın aşırı zengin gerçek ailesi ortaya çıktığında kendine çok enteresan hedefler belirler. Makyaj malzemeleri ve açık seçik kıyafetleri bu fakirlikte nereden bulduğu tartışmaya açıktır. Esas kız onu iyi bir insana dönüştürmeye çalışacak ve gerizekalılığına asla doymayacaktır.


2) ZENGİN KAYNANANIN SOSYETİK ORTAMDA FAKİR GELİNİ AŞAĞILAMASI


Bu yeni dizilerimizin kendilerine yeşilçamdan miras aldığı en favori olayımdır. Esas kızın üvey annesi ve kötü kardeşi ucuz mahalle kıyafetleriyle baloya geldiğinde, zengin kaynana tarafından aşağılanmlarına rağmen gülücükler saçmaya devam ederler. Tabi ki esas kızımız buna dayanamayıp ağlayarak yerlerde yuvarlanmaya başlar. Üvey anne ne yapıp edip dünürünü kendi tarafına çekecektir. Mesela para karşılığı kızı oğlandan ayırma motviasyonuyla.


3) ÖLÜMSÜZLER


Yedi kurşun yedikten sonra reklam aralarıyla beraber toplam 137 dakika boyunca ölümle pençeleşen, üstelik bunu ağır çekimde yapan karakterlerdir. Sonunda öleceklerse bu mutlaka iki bölüm sonra olur. Ölmeyeceklerse de bölüm sonunda ölmüş gibi yaparlar. İnsanı derin açmazlara sürükleyen bu kişilerin ölümlü ruhlar oldukları tartışılmalıdır. Elektro şoka dayanıklılıkları vardır. Asla kalp çalıştırma makinasıyla hayata dönmezler. Hayata tutunmak için sevdikleri kızın eline ya da göz yaşına ihtiyaçları vardır. Eğer kola takılı bir serum görürseniz o serumun içine birileri mutlaka zehir katmayı deneyecektir.


4) SÜREKLİ KALP KRİZİ GEÇİREN ZENGİN BABA


Şirkete çökmeye çalışan sonradan olma karısı sürekli üvey evlatlarla planlar yapar. Bir şekilde mezara sokup paraları cukkalamak istediğini siz anlarsınız ama bu sığır anlamaz. Özellikle herkesin olduğu sabah kahvaltılarında kalp krizi geçirmesiyle bilinir. Zaten sezon ortalarında şirket bir şekilde batacağı için ön hazırlık yapmaktadır. Eğer ölürse sürpriz şekilde mirasını esas kıza bırakmış olduğunu görenler deliye döner. Adam mezarında ters döner vallaha...


5) YAKIŞIKLI KASLI OTO TAMİRCİSİ ESAS OĞLAN


İlk karşılaşmada genelde yüzü gözü yağ içindedir. Atletinden kasları belli olur, akşama kadar araba tamir eder ama akşam yemeğinde ellerinin tertemiz olduğunu görürsünüz. Çünkü adam kirli elleri olamayacak kadar yakışıklıdır. Çevresinde ya çok yüksek seksapaliteye sahip bir fakir takıntısı, yahut aşırı zengin ve üstü açık arabası olan bir kadın olur. Herif sezon ortalarında mutlaka ultra zengin olup mahallenin çocuklarına plastik top filan alır. Bir zamanlar fakir olduğu için yüzüne bakmayan o kız, şimdi dışarıdan komplolar kurmaya başlamıştır. Şaşırtıcı olan ise asla şaşmayacak şekilde dizinin bu kızla yapılan evlilikle sonlanacak olmasıdır. Kız mutlaka imana gelip doğru yolu bulur ve adam bütün zenginliği ardında bırakıp kızla beraber uzaklara gider. Ne yiyip içecekler biz bilmiyoruz. Bu dizilerde bir kere zengin olan kişiler artık şirket batsa da zengin kalırlar.


6) AŞIRI PROBLEMLİ ERGEN KIZ KARDEŞ


Kaçırılmalarıyla ve intiharlarıyla tanınır. Para kıyıp şu kızı servise yazdırsalar bu sorunlar büyük ölçüde çözülecek ama dizilerde belli bir gerizekalılık seviyesi vardır ve kimse bunun üzerine çıkamaz. Kesinlikle uyuşturucu satıcısı birine aşık olup ilerleyen bölümlerde başkalarına satılmak üzereyken kurtarılacaktır. Bu tipler asla sırt çantası takmazlar. Okulla alakaları yoktur. Sonlara doğru öğretmenlerden birini kapatmaları muhtemeldir.


7) İLK BÖLÜMDE KAYBOLAN KÜÇÜK ÇOCUK


Bu tür dizilerde birilerinin tanışması için bir çocuğun kaybolması şartı vardır. O çocuğu başka kimse bulamaz, zaten asosyal ve sorunludur. Sadece esas adamla iyi anlaşır. Eğer esas oğlan tanıdık ise muhtemelen onun babası çıkacaktır. Nasıl bulduğunu da o zaman anlıyoruz, kan çekiyor... Çocuk dizi boyunca kime baba diyeceğini karıştırır çünkü annesi kiminle evleneceğine hamile kaldıktan sonra karar vermiştir. Odasında mutlaka gizli bir çekmece ve o çekmecede pislik bilinçaltını yansıtan karalamalar vardır.


8) DEDE VEYA BABA YADİGARI OBJELER


Silah, bıçak, tesbih, yüzük veya tablo olabilir. Ne olacağını belirleyen etken ailenin ekonomik, mafyatilk ve aşiretik pozisyonuyla alakalıdır. Duruma göre birileri tarafından çalınır, sevdiceğe hediye edilir, kardeşin gözüne sokulur. Objeyi eline geçiren yedi krallığa hükmeder gibi aileye lider olur. Fakat esas oğlan asla bunu tek seferde kabul etmez. Anası ve yedi sülalesi teker teker yalvardıktan sonra karizmatik burnunu kıvırarak ailenin başına geçer.


9) İŞLER YOLUNDA GİDERKEN ÇIKAGELEN KÖTÜ KARDEŞ


Bu herif gelip her şeyi esas oğlandan almak için şirketin veya çiftliğin en parlak zamanını bekler. Hakkı olanı almaya muhtemelen bet bakışlı bir avukat ya da babasının ikinci karısı olan annesiyle gelir. Çok korkunç fakirlikler yaşamıştır ve intikam yemini etmiştir. Bir süre bütün karakterleri kanırtır, esas oğlanı mutlaka içeri attırır. Esas kıza gönül koyar, elde etmek ister. Kendiliğinden doğru yolu bulana kadar ona sadece boyun eğersiniz. Esas oğlan ne de olsa kardeşimdir diyerek asla bu adamı vurmaz. Gerçi bu da ölümsüzler listesindedir.


10) FAKİR AİLENİN YANAN EVİ


O ev mutlaka yanacak aga. Kaçarı yok, yakarlar. Evsiz kalıp kötü amca veya teyzeye yerleşen fakir aile hor görülmeye gösterdikleri tahammülle oskara aday olurlar. "Babanın malı gibi dolabı ne karıştırıyorsun?" gibi sorular duymaları isyan etmelerine sebep olmaz. Zaten evinde kaldıkları kişi onları aşağılayacağı günü sabırla beklemiştir. Yoksulun kendinden daha yoksul olanı hunharca tokatlamasını bu noktada görürüz. Vazgeçilmez mihenk taşıdır. Olmayan dizi eksiktir.


Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...