28 Ağustos 2018 Salı

GÖZ - STEPHEN KING


Öncelikle şunu söyleyeyim kitabı okumadan önce telekinezi hakkında pek bir şey bilmiyordum. Sadece bazı nesneleri yerinden beyin gücüyle oynatabilen insanlar olduğunu duymuştum. Böyle güçlü bir enerji patlamasının mümkün olduğunu tahayyül bile edemezdim. Carrie üç yaşındayken sırf yan komşu bikiniyle güneşlenirken baktı diye öz annesi tarafından günahkar ilan edilmiştir. Bu sapık kadın tarafından bıçakla boğazlanmak üzereyken birdenbire evdeki tüm eşyalar dışarı fırlatılmış ve sadece kendi evlerinin üzerine buz ve taş yağdırarak ilk küçük kıyametini yaratmıştır. O gün yaşanan o olaya kasabadaki hiç kimse bir anlam verememişti ama annesi anlamıştı şeytan laneti vardı işte üç yaşındaki çocuğun üzerinde ve Carrie'yi böyle büyüttü.

Carietta White içine kapanık liseli bir ergendir. Kendini bildi bileli toplum tarafından dışlanmış ve en acımasız şakalara, alay ve aşağılanmalara maruz kalmıştır. Bunun en büyük nedeniyse sapkınlık derecede dindar olan annesi aslında. Böylesi aşırı sapkın ve bağnaz eğilimleri olan bir kadın tarafından büyütülmesine nasıl izin verilir, devlet çocuğu nasıl koruma altına almaz gerçekten aklım almıyor. Kadına göre her şey günah hele ki kadınlar zaten doğuştan günahkar varlıklar. Durmadan dua ederek temizlenmeli ve bağışlanmayı dilemeliler. Kızı sürekli dolaba kapatıp dua ermesini falan istiyor. Kitabı okurken ürperiyor ve yok artık diyorsunuz. Bir anne nasıl böyle davranabilir? Kızı 17 yaşına dek adet görmezse bir anne hekime başvurmaz mı? Ama kadın mutlu bilakis şeytanın kızından uzak durduğunu falan düşünüyor.

Carrie bir gün okulda beden eğitimi dersi sonrasında, toplu duş aldıkları bir ortamda ilk kez adet görmeye başlamasıyla olayların fitili ateşleniyor. Zaten sürekli ezilen ve aşağılanan zavallı kız ne olduğunu, başına ne geldiğini anlayamadığı gibi bir yandan da kan kaybından öleceğini sanıyor. Bütün o yaşadığı dehşet yetmezmiş gibi bir de güya sınıf arkadaşları  olacak bir grup geri zekalı kız topluca Carrie ile alay edip aşağılıyor. Beden eğtimi öğretmeni  Bayan Desjardin ise ortama girdiğinde bir nebze diğerlerini engelleyerek yardım etme eğiliminde olsa da içinden o da Carrie’yi hor görüyor. Tabi şimdi bakıldığı zaman tüm bunların sorumlusunun Carrie'nin annesi olduğunu anlamak için kahin olmaya gerek yok. Kızcağızın kıyafetleri de iğrenç derecede eski moda ve kapalı.

Neyse efendim konumuza dönersek  yine de Bayan Desjardin müdür ile konuşarak Carrie ile acımasızca alay eden bu kızları cezalandırmak için onay alıyor. Fakat bu acımasız kızlardan biri olan Chris  bölgenin en ünlü avukatının kızı olması ve bunun getirdiği şımarıklıktan cezayı kabul etmemiş, itiraz etmiştir. Hatta babası bizzat gelip müdür ile tartışır. Ancak tabi ki kızının aslında son derece haksız olduğunu bu avukat bey de bilmekte ama bu durumu kabullenmesine yetmemektedir.  Bu durumda inat eden müdür de madem cezaya kalmıyorsa baloya da gelmeyecek diye kıza balo bileti satılmasını yasaklar. Bu tavır zaten birine kıl olan bir grup ergenin iyice çileden çıkmasını sağlayacak bir hamle oluyor. Tabi ki liseli ergenlerin hayatındaki en önemli mevzu okulun mezuniyet balosudur. İyice  sinirlenen ve kin tutan  Chris gidip alemlerin en serserisi  Billy'le sözde romantik bir ilişkiye başlayıp tüm bu olayların sorumlusu olarak gördüğü Carrie’den intikam almanın peşine düşüyor  Bütün bu olaylar silsilesinin bir araya gelmesi inanılması çok zor olan büyük trajedinin başlangıcı başlamış olur.  O iğrenç Carrie'ye hakettiğini vermek için balodan daha güzel bir intikam mekanı olabilir mi? Chris ve Billy için müthiş ortam oluşuyor ve intikam şekilleri ise gerçekten iğrenç ve travmatik. Anlatmayacağım ama üzücü cidden. Bu yapılan hareketin sonucunda tüm kasaba müthiş zarar görüyor tabi ki.

Bu arada bu balo için teklifi aldığında Carrie’nin duygusal gel-gitlerinden, annesi olacak pislik ile yaşadığı gerilim ve savaştan söz etmiyorum bile. Düşünsenize öyel alışmış ki ezilip aşağılanmaya önce inanmıyor dalga geçtiğini düşünüyor. Hatta balo gecesi hazırlandığında bile son anda Tommy'nin gelmeyeceğinden onunla alay ettiğinden şüpheleniyor. Yani bir insan o noktaya getirilmemeli gerçekten. Nasıl da korkuyor ama bir o kadar istiyor orada, o baloda olmayı. O insanlar tarafından kabul edilmeyi ve onaylanmayı istiyor aslında. Toplumda kabul görmemesi zaten tamamiyle annesinin suçu olmasına karşın kadının hiçbir şeyin farkında olmaması ve hiçbir konuda sorumluluk almaması çok inanılmaz geliyor bana.

Ve işte o meşum gecenin sonunda yaşadıklarına  daha fazla kayıtsız kalamayan Carrie ise tam da o an artık  bir intikam meleğine dönüşüyor ve tüm kasabayı yerle bir ediyor. Bilinen ölü sayısı dört yüz kırk, on sekiz kişi hâlâ kayıp listesinde. Ölenlerin altmış yedisi Ewen Lisesinin mezun olacak gençlerden oluşuyor. Böyle bir olayın getçrkten yaşanabildiğine inanmakta zorlanıyorum gerçekten. Okumayanlar için tavsiye ederim arkadaşlar. Okuyan kişiler aramızdayda lütfen yorumlarını merakla bekliyorum.

Herkese Keyifli Okumalar...

20 Ağustos 2018 Pazartesi

DR. CRISTINA YANG / EFSANE TV KARAKTERLERİ #6


Emmy ve Altın Küre ödüllü efsanevi dizi Grace Anatomy'nin, efsanevi karakteridir Cristina Yang. Kore asıllı Kanada'lı oyuncu Sandra Oh tarafından 10 sezon boyunca başarıyla canlandırılmıştır. Aslında Cristina bu dizide yardımcı kadın karakter olmasına rağmen, ana karakter olan Meredith Grey'in önüne geçmiş, hele 11. sezonda diziden ayrılmasıyla iyice efsane haline gelmiştir.

Diziyi izleyenler bilir izlemeyenler için kısaca toparlarsam. Bundan 10 sezon önce beş stajyer hastanenin cerrahi biriminde stajlarına başlar. Meredith Grey, Cristina Yang, Izzie Stevens, Alex Karev ve Goorge O'Malley. Son derece sıkı arkadaş olan bu genç doktorlar aynı zamanda hastanede inanılmaz rakiptirler. Vakaları alabilmek veya ameliyata girebilmek için ruhlarını şeytana satarlar o kadar yani.

Cristina içlerinde en hırslı bir o kadar azimli olan kişidir. İşi onun her şeyidir ve başarısızlığa asla tahammülü yoktur. Arkadaşları ona "robot" diye isim takmışlardır. Duygularını asla işine karıştırmaz. Kızsal olaylardan nefret eder, öyle elbiseymiş, makyajmış, topuklu ayakkabılar falan ona göre değildir. Sürekli araştırır, sürekli kendini eğitmeye çalışır ve başarıya odaklıdır.Tek yumuşak karnı Meredith'e olan dostluğudur. Meredith Grey'in ikiz kardeşi gibidir. Öyle ki sabahın köründe Meredith'in yatak odasına dalarak, sevgilisini kenara iterek yatağa girip dertlerini anlatacak kadar.

Hasbelkader  iş konusunda hayranı olduğu uzman doktoru ile bir ilişkiye başlar. Oysa ki Meredith'i bu konuda en çok eleştiren kişi kendisidir. Hastanenin Kardiyoloji Bölüm Başkanı Preston Burke vurulduğu zaman bir süre sol elini kullanamaz hale gelir ama bunu hastane yönetimi ile paylaşmaz. Çünkü cerrahi şefi olmak için bir yarış halindedir ve bu noktada Cristina ona en büyük desteği verir. Deli gibi çalışarak ve harika bir yetenek sergileyerek ameliyatlarda Burke'ye eşlik eder. Hatta bazen operasyonu onun yerine yapar. Artık Burke tüm ameliyatlarına Cristina'yla girmektedir. 

Cristina Kalp Damar Cerrahisi konusuna yoğunlaşmak istemektedir. Burke'nin gidişi sadece özel hayatında değil iş hayatında da depreme yol açmıştır. Ancak hastaneye gelen tüm uzmanlar ona gıcık olduğundan bir türlü istediği gibi bir eğitim alamamaktadır. Bu onu asla yıldırmaz, uzmanlarının her türlü pisliğine rağmen Cristina eşekler gibi çalışmakta ve asla vazgeçmemektedir. 

Tüm bu olayların üzerine hastaneye yeni gelen bir travma cerrahı olan Owen Hunt ile bir ilişkiye yelken açar. Owen eski bir asker olarak Irak'ta görev yapmış travma sonrası stress sorunu olan bir kişidir. Hunt'ın ordudan eski bir arkadaşı olan Dr. Teddy Altman hastanede göreve başlar ve Cristina'yı eğitir. İstediği uzmanlığı almasına büyük katkı sağlar. Hunt ile evlenen Cristina işine yoğunlaşmışken hamile olduğunu fark eder. Hunt çocuğu istemekte ama Cristina asla istememektedir. Yoğun tartışmalardan sonra bebeği aldırırlar ama bu ilişkilerinde tamir edilemez hasara yol açmıştır. 

Birçok insana göre belki aşırı sert ve duygusuz bir karakter. Hatta işi yüzünden bebeğinden vazgeçen bir makine bir çoğuna göre.  Tam olarak hayran olduğum tarafı belki de bu derece duygusuzca işini yapmaya odaklanması. Evet size söylüyorum eğer ben bir doktor olsaydım Cristina gibi bir doktor olmak isterdim. Kesinlikle izlerken karakterle özdeşleştiğimi fark ediyorum. Adeta karakterle bütünleşerek onun yaşadıklarını yaşıyor ve hissediyorum.  Zaten boşluğunun doldurulamaması da bu yüzden.

Cristina bunca çalışmanın sonunda harika bir kalp damar cerrahı olmuş hatta son çalışması yapay damar uygulaması  ile Harper Avery ödüllerine aday gösterilmiştir. Ayak oyunları yüzünden ödül alamadıysa bile dünyanın birçok ünlü hastanesinden iş teklifleri almıştır. 10. sezon sonunda davet edildiği çoook uzak bir ülkede kendisine Burke tarafından yapılan teklife hayır diyememiş, kendisine olağanüstü şartları ve mali gücü olan bir hastane devredilmiştir. Tabi ki Cristina orada kalmak sureti ile diziden ayrılmıştır. 

Ayrılma şekline bakacak olursanız diziye dönme ihtimali olduğu konusunda neredeyse eminim diyebilirim. Lütfen dön demek istiyorum. Bu dizi ile ilgili bir çok söylenti var biliyorsunuz. Gerçekten bütün hastane neredeyse birbirini götürüyor diyebiliriz. Ama inanılmaz bir aurası var dizinin. Yani izlemeye başladığınızda alıyor sizi içine ve vazgeçemiyorsunuz. Dizinin Türk versiyonu "Doktorlar" biliyorsunuz ki yüzlerce kez tekrar yayınına rağmen reytingleri tavan yapıyordu. Mutlaka izlemenizi tavsiye ediyorum.

Herkese Keyifli Seyirler...

19 Ağustos 2018 Pazar

KEŞKE GERÇEK OLSA - MARC LEVY


Keşke Gerçek Olsa, Marc Levy'nin yazdığı biraz fantastik ve çokça da romantik olarak nitelendirebilecek muhteşem bir roman. Bir süre önce okumuştum ancak yorumlamadan önce tekrar okumak istedim. Hem çok sevdiğim bir kitap olması sebebiyle hem de yorumumu yazarken kitabın uyandırdığı duyguları tazeleme amacıyla ikinci kez okudum ve çok keyif aldığımı itiraf ediyorum.

Lauren şehir hastanesinde görevli genç bir stajyer doktordur. Tarihsiz bir trafik kazası sonucu derin koma halindedir. Lauren aslında çevresindeki her şeye duyarlıdır. Fiziksel anlamda tepki verememesine rağmen çevresindeki konuşmaları algılayıp, anlamaktadır. Tabii çevresindeki insanlar yani doktorlar ve annesi bu durumdan habersizdirler. Bir süre sonra Lauren mental olarak seyahat edebildiğini keşfeder. Önceleri hastane içerisinde hareket ederken, sonrasında şehrin istediği yerine bir nevi ışınlayabilir kendini. Düşünce gücü ya da artık ne derseniz deyin adına bir şekilde istediği yerlere gidebilmektedir. Doğal olarak en sık gittiği ve en çok rahat ettiği yer kendi evidir.

Arthur ise annesini erken yaşta kaybetmiş ama ondan inanılmaz güzel öğretiler edinmiş genç bir mimardır. Son derece dingin ve naif olan erkek karakterimiz Lauren'ın evinin yeni kiracısıdır. Son kolileri açtıktan sonra müzik eşliğinde duş alırken, bir sesin çalan şarkıya eşlik ettiğini duyar. Duştan fırlayan Arthur sesin geldiği yere yöneldiğinde hayatının şokunu yaşar. Bir kadın banyo dolabının içinde şarkıya eşlik ediyor, ritim tutuyordur.

Aslında Lauren'ın bedeni hastene yatağında yatmaktadır ancak enerjisi ya da ruhu -adını siz koyun- Arthur'la birliktedir. Diğer insanların hiçbiri Lauren'ı görüp duyamadığı için Arthur'un onu gördüğünü ve duyduğunu anladığında Lauren'ın yaşadığı heyecan müthiş. Okurken insanı kahkahalarla güldüren diyaloglar var kitapta fakat yeri geldiğinde de oldukça hüzünlü. Yani bir yandan aşırı duygulu bir yandan da eğlenceli komik bir hikaye bu, en iyi hikayelerin tamamı gibi.

Asıl aksiyon doktorların Lauren'ın annesini ötenazi için ikna etmesiyle başlıyor. Arthur onun hayatını kurtarabilmek için -ya da onun yanındaki varlığına devam edebilmesi için- tüm hayatını riske atıyor. Kendi aldığı risk yetmezmiş gibi bir de çocukluk arkadaşı ve ortağı olan Paul'den de ona yardım etmesini istiyor ve tehlikeli bir maceraya girişiyorlar. Şimdi bu noktada bir takım sorular geliyor aklıma; Arkadaşınız için ne yaparsınız? Neyi riske edersiniz? Ne kadarına cüret edersiniz? Cevapları ancak kitabı bitirdiğinizde zihninizde belirecek bir takım sorular...

Ciddi anlamda bazen çok hüzünlendim örneğin; Arthur'un annesi ile yaşadıği olaylar ve  annesinin ona yazdığı mektuplar son derece duygusaldı ama bütününe bakıldığında dramatik öğelere eserin ruhu sebebiyle pek yer verilmemişti. Bir noktadan sonra zaten polis işin içine giriyor ve yasal prosedürler başlıyor ama sonuç olarak bu kitap romantik-fantastik karması olduğundan hiçbir olaya şaşırmıyoruz. Kendimizi akışa bırakıyor ve okumanın tadını çıkarıyoruz. Ne yaşanırsa yaşansın hiçbir şey sizi psikolojik olarak yıpratacak düzeye çıkmıyor.

Kitabın sonuna ilişkin hiçbir yorum yapmayacağım çünkü spoiler vererek sıkıcı olmak istemiyorum. Marc Levy her kitabına kefilim denilebilecek nadir yazarlardan. Sonuç itibariyle çok keyifli ve güzel bir kitap. Zaten 205 sayfa olması sebebiyle rahatça okunabilir. Ayrıca zaten yazarın anlatımı son derece sade ve anlaşılır. Yani okuma alışkanlığını yeni kazanmış arkadaşlar ya da plajda yuvarlanırken eğlenceli ve edebi değeri olan bir şeyler okumalıyım diyen herkes bu kitabı okumalı.

                                                       Herkese Keyifli Okumalar...

18 Ağustos 2018 Cumartesi

PAULO COELHO - ŞEYTAN VE GENÇ KADIN


Bugün Paulo Coelho'nun değerli eserlerinden biri olan Şeytan ve Genç Kadın'ı sizlere tanıtmaya çalışacağım. Aslında eminim sizlerin çoğu bu kitabı çoktan okumuştur. Eğer durum böyleyse sizlerin de yorumlarını almak isterim, düşündüğünüzü paylaşmanızdan mutluluk duyarım. Bu kitap için söyleyeceğim ilk şey son derece etkileyici bir anlatıma sahip olduğu. Betimlemeleri çok yoğun olmasa da çıkarımları çok iyi olan bir kitap. Yazar bunları herkesin anlayabileceği yalın bir üslup kullanarak okuyucuya aktarmış.

Chantal Bescos köyünde otelin barında çalışarak hayatını kazanan genç bir kadındır. Bescos denilen yerde artık gençler kalmamış hatta öyle ki köyde çocuk bile bulunmuyor. Burası sadece yaşlı insanların yaşadığı sıkıcı bir köy haline gelmiştir. Avcılık geleneğine sahip oldukları için turistik bir bölge olarak zaman zaman ziyaretçileri olsa da bu durum köyü canlandırmaya oldukça uzak.

Ana karakterimiz Chantal'sa oradan kurtulmayı her şeyden çok istemektedir ancak o bir öksüzdür. Yani yeterli imkanları hatta hayal kurmaktan başka hiçbir şeyi yoktur oradan ayrılabilmek için. Bir gün köye gelen gizemli bir yabancı Chantal aracılığıyla tüm köy halkına bir teklif sunar. Bu teklife tabii ki hiç kimse kayıtsız kalmayacaktır. İşte bu noktada iyilikle kötülüğün savaşı başlamış olur.

Kitapta anlatılmak istenen ana konu insanın özünde iyilik olduğu kadar,  kötülüğün de  varolması ve kötülükle iyiliğin birbirimden bağımsız düşünülemeyeceği. Yani bir insan iyi ve kötü olabilir. Durum, yer, zaman ve mekan gibi değişkenler vardır ama insan aynı insandır. 

Bu arada tabii ki farklı çıkarımlar edinilebilir. Örneğin; bize yapılan vaatlere nasıl inanmak eğiliminde olduğumuz gibi... Hiç sorgulamadan 'Neden? Nasıl? Niçin?' sorularına yanıt aramaksızın bize sunulan, daha doğrusu vaat edilen şeylere nasıl inanarak kitlendiğimiz ve onlara ulaşmak için neler yapabileceğimiz hakkıda çıplak bir anlatım. Bu manada oldukça çarpıcı ve cesur.

Çok fazla bir şey yazmak istemiyorum. Cidden her bireyin kütüphanesinde olması gereken ve okunması gereken bir kitap olduğunu açıkça belirtmek isterim. Çok değerli öğretiler içeriyor, kesinlikle bana çok şey kattığına inanıyorum. Sizlere de okumanızı şiddetle tavsiye ediyorum.

Çok beğendiğim ve etkilendiğim üç bölümü sizlerle paylaşmak isterim. Aslında inanın tüm kitaptan müthiş etkilendim ama okuyanlarınız zaten beni anlayacaklardır. Okumayan arkadaşlar varsa aramızda lütfen okuyunuz.

Herkese Keyifli Okumalar...



Sayfa/47
"Son Akşam Yemeği" adlı tabloyu yapmayı düşündüğünde  Leonardo da Vinci büyük bir güçlükle karşılaştı. İyi'yi İsa'nın bedeninde, Kötü'yü de İsa'nın arkadaşı Yahuda'nın bedeninde tasvir etmek zorundaydı. Tabloyu yarım bırakarak bu iki kişiye model olarak kullanabileceği birilerini aramaya başladı.
Bir gün bir koronun verdiği konser sırasında korodakilerden birinin  İsa tasvirine çok uygun düştüğünü fark etti. Onu poz vermesi için atölyesine davet etti, sayısız taslak ve eskiz çizdi.
 Aradan üç yıl geçti. "Son Akşam Yemeği" portresi neredeyse tamamlanmıştı, ancak Leonardo da Vinci henüz Yahuda için kullanacağı modeli bulamamıştı. Leonardo'nun çalıştığı kilisenin kardinali, tabloyu bir an önce bitirmesi için ressamı sıkıştırmaya başladı.
Günlerce aradıktan sonra vaktinden önce yaşlanmış genç bir adam buldu, paçavralar içindeki bu adam sarhoşluktan kendinden geçmiş bir durumda kaldırım kenarına yığılmıştı. Leonardo yardımcılarına adamı güçlükle de olsa, doğruca kiliseye taşımalarını söyledi, çünkü artık taslak çizecek zamanı kalmamıştı.
Leonardo işini bitirdiğinde, o zamana kadar sarhoşluğun etkisinden sıyrılmış olan berduş gözlerini açtı ve duvardaki resmi gördü. Şaşkınlık ve hüzün dolu bir sesle şöyle deki:
-Ben bu tabloyu daha önce gördüm!
- Ne zaman? diye sordu Leonardo da Vinci, o da şaşırmıştı.
-Üç yıl önce, elimde avucumda olanı kaybetmeden önce. O sıralarda bir koroda şarkı söylüyordum, pek çok hayalim vardı, bir ressam beni İsa'nın yüzü için modellik yapmak üzere davet etmişti.


Sayfa53/ikinci paragraf
İyi yürekli adam rolü oynamak, yalnızca hayata tavır almaktan korkanlara özgü bir şeydi. İnsanın kendinin iyi olduğuna inanması, başkalarına karşı çıkmaktan ve haklarını savunmak için savaşmaktan çok daha kolaydır. Kendinden daha güçlü biriyle savaşmak için cesaret toplamaktansa bir hakareti sessizce kabullenmek de çok daha kolaydır. Üzerimize atılan taş bize isabet etmemiş gibi yapabiliriz ama geceleri odamızda yalnız kaldığımızda, odamızı paylaştığımız, karımız, kocamız ya da okul arkadaşımız uykuya daldığında korkaklığımıza sessizce ağlarız.


Sayfa 57/58
Ahab bir akşam dostlarını akşam yemeğine çağırıp onlara yumuşacık bir et kızartmak istemiş. Ama birden tuzu kalmadığını fark etmiş. Oğlunu yanına çağırmış.
-Köye git de tuz al. Ama gerçek bedelini öde. Ne daha az ne de daha fazla.
Oğlu şaşırmış.
-Fazla ödememem gerektiğini anlıyorum baba, ama pazarlık edebileceksem neden paradan biraz tasarruf etmeyeyim ki?
-Büyük kentlerde böyle yapabilirsin. Ama bizimki gibi bir köyde bu çok çirkin bir şey olur.
Oğlan başka soru sormayıp gitmiş. Bu konuşmaya tanık olan konuklar oğlanın tuzu neden daha ucuza almaması gerektiğini öğrenmek istemişler;Ahab da bunun üzerine;
-Tuzu ucuza satanın acilen paraya ihtiyacı var demektir. Bu durumdan yararlanan kişi, birşey üretmek için alnından ter akıtarak çalışmış olan adama saygısızlık etmiş olur. 
-Ama bir tutam tuzun  köye ne zararı olabilir ki?
-Dünya kurulduğunda haksızlık da bir tutamdı. Ama her yeni kuşak, ne önemi olur diye düşünerek biraz daha üstüne ekledi, görün bakın şimdi ne durumdayız.








15 Ağustos 2018 Çarşamba

GECE SESLERİ - AYŞE KULİN


Herkese merhabalar, daha çantamda yeni okumaya niyetlendiğim başka bir kitap dururken neden bilmem canım okumak istedi ve sevgili Ayşe Kulin'in "Gece Sesleri" adlı kitabını okudum. Biraz evvel bitirdiğimde gözlerimin dolduğunu fark ettim.

Anlatım dili sade ama güçlü. Herkesin kendinden bir şeyler bulabileceği bir kitap ve hiçbir şeyin, hiçbir takıntının, hiçbir davranışın nedensiz olmayacağını insanın kafasına vura vura anlatıyor. Kimse için asla yargısız infaz yapmamalı ve davranışının kaynağını sorgulamalı, anlamaya çalışmalıyız diye düşünüyorum.

Egeli bir ailenin üç kuşak boyunca yaşadıkları, özellikle anne-kız ilişkileri irdelenmiş. Genç yaşında kocasından ayrılmış elinde ufacık bir kız çocuğu ile hayata tutunmaya çalışan güzel bir kadın. Annesinin güzelliğini yaşadığı zaman boyunca kıskanan bir kız çocuğu. Bu kız çocuğuyla asla ve kati surette ilgilenmeyen sorumsuz bir biyolojik baba. Kızı kendi çocuğu gibi benimseyen, gerekli bütün ilgiyi ve şefkati gösteren bir üvey baba..

Hikayenin başı 1940'lı yıllarda Bozova'da başlıyor. Sultan ve onun yanına verilen yanaşması Satı kadın, ağa evine gelin geliyor. Zaman içinde Sultan gelin  müthiş bir hükümranlık kuruyor ve konağın hanımağası oluyor. Sultan hanım'ın oğulları Kerami ve Yusuf'da bu hükümranlığı kurabilmesinin en büyük dayanakları. Hanım ağa o kadar kötücül bir kadın ki Yusuf ergenliğe eriştiğinde, oğlu genelevlere gitmesin diye evde çalışan Ziynet adında genç bir hizmetçi kızı feda ediyor. Satı'nın da desteğiyle Yusuf bir gece giriyor Ziynet'in koynuna. Bu durum Ziynet hamile kalana kadar devam ediyor. Sonrasında çocuğunun ölü doğduğunu söylüyorlar Ziynet'e. Kendi çocuğunu ölü bilen kadın Kerami bey'in yeni doğum yapmış olan eşine yardımcı tayin ediliyor Sultan hanım tarafından hem de bebeğe süt anne.

Burada beni şaşırtan asıl unsur ege bölgesinde böyle bir uygulamanın varlığı. Yani anadolu'da evet eğreti gelin gibi bir olgu var ama ege'de böyle bir şey olmasına çok ama çok şaşırdığımı itiraf etmeliyim. ayrıca ziynet'e öldü denilen çocuk da gün gelip karşılarına sultan hanım'ın desteği ile gelerek farklı olaylara neden olacak.

Detaylar çok fazla ama ben bu detaylara girmek istemiyorum. Özellikle burada anlatılmak istenen tema anne-kız ilişkilerinde kuşak çatışmasının çok yüksek boyutlarda oluşu. Yani hepimiz bunu yaşadık veya yaşıyoruz ancak gerçekler bizim özümseyip algıladıklarımızla çok farklı olabiliyormuş.

Herkese keyifli okumalar.

14 Ağustos 2018 Salı

STEFAN ZWEIG - AMOK KOŞUCUSU


Çok uzun, fazlaca uzun, ziyadesiyle uzun bir aradan sonra yine karşınızdayım. Kitaplardan hiçbir zaman tam olarak kopamasam bile uzun bir süredir kendimde bu blog için yazacak motivasyonu bulamadığım doğrudur. Şimdi aranıza döndüğüme göre umudum siz sevgili kitap kurtlarını buralarda bulmak...

Neredeyse sonsuzluğun sonuna kadar sürecek bu uzun aranın ardından üstüne yazmaya, hakkında konuşmaya tamamen değecek bir kitaptan bahsetmek istedim. Stefan Zweig uzak kaldığım dönemin en sevdiğim yazarı oldu. Sayısız kitabını okudum, işin aslı İş Bankası Yayınları'nın bastığı ne varsa okumuşumdur desem yalan olmaz. Karısıyla beraber intihar eden Stefan Zweig'in en sevdiğim yazarlar arasına tepeden girmesi hiç şüphesiz ki sık sık ruh halime dokunan melankolinin belirgin bir kanıtı.

Amok Koşuculuğu aslında tropikal bir hastalık, anlamı geçmeyen bir cinnet ve saplantı hali olarak ifade edilebilir. Muhakkak ölümle sonuçlanan -kalp krizi ya da saldırdığı kişilerce öldürülmek gibi- cinnet hali kitapta bu haliyle işlenmiyor. Bu hikaye bir adamın önce kendi gururuna sonrasında da karşısındaki kadının gururuna yenilişini konu ediniyor.

Sömürge ülkelerinden birinde mahsur kalmış avrupalı bir doktorun çıldırtıcı yalnızlığı ve vatan özlemiyle başlayan hikaye işin içine zarif, beyaz ve zengin bir kadının girmesiyle bambaşka bir boyut kazanıyor. Dönem itibariyle avrupalı olmayan herkesin ikinci sınıf hatta hayvandan bozma varlıklar olduğu sanrısıyla doktorumuz inanılmaz bir yalnızlık içinde. Hizmetçi kızlardan bazılarıyla zaman zaman birlikte olsa da beyaz kadınlarda bahseden bir roman okurken bile heyecandan elleri titremekte. Saygıdeğer bir hanımefendiye kur yapmak bile onun için tatlı bir hayalden  ibaret.

Bu ruh haliyle klinik demeye bin şahit istenecek muayehanesinde yüzünü örten zarif tülüyle asil bir leydinin varlığı, doktorumuzu iliklerine kadar işleyen bir tutkuyla başbaşa bırakmaya yetiyor. Bu zarif kadın bölgedeki üst düzey sömürge yetkililerinden birinin karısıydı ve bütün hayatını mahvedebilecek bir skandaldan kurtulmak için doktorun yardımına ihtiyacı vardı.

Doktorumuz ilk hatasını, bu ihtiyacı kesin bir muhtaçlık olarak düşünerek yaptı. Kibrine kapılarak, sırf bu gururundan ödün vermeyen kadının ona teslim oluşunu görmek için asla talep edilemeyecek bir şey istedi. Şerefinden vazgeçmektense belkide ölmeyi göze alan bu kadın sömürgenin ücrasında kalan doktoru kaderine ve yalnızlığına terk etti. Fakat amok koşusu başlamıştı bir kere artık hayatının amacı o kadını bulmak, gönlünü ve saygısını kazanmaktı. Kadının onu kesin şekilde reddetmesi, üst düzey bir bürokratın karısı olması ya da hali hazırda aşığından hamile olması önemli değildi. Kitabın ilerleyen bölümlerinde olaylar tamamen kontrolden çıktı ve şu an spoiler vermek istemediğim için bahsedemediğim pek çok hadise yaşandı. Amok Koşucusu için hırsın ve saplantının kaç kişiyi mahvedebileceğine dair yazılmış en güzel eserlerden biri demek kesinlikle abartılı olmaz.

Hitler iktidarıyla ülkesini terk etmek zorunda kalan Zweig bu romanında ülke özlemini, ortak kültürü paylaştığı insanlara olan özlemini çarpıcı şekilde yansıtmış. Bütün hikayelerinde ucundan kıyısından intihar olgusuna değinen yazarın bu kitabı için "intihar mektubu" benzetmesinde bulunanlar bile var. Buna katılıyor muyum? İntihar'a değindiği ve insanı bunun meşruluğuyla ilgili düşünmeye ittiği doğru fakat bu hikaye asla bir intihar güzellemesinden ibaret değil. Dönem eserlerinden hoşlanan herkese hatta bu yazıyı okuyan herkese şiddetle tavsiye ediyorum.

Herkese Keyifli Okumalar...

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...