23 Aralık 2015 Çarşamba

RUHUMDAKİ CANAVAR - J. M. DARHOWER


Ruhumdaki Canavar'ı az  evvel bitirdim ve bu yorumu, düzeltiyorum; bu övgü yazısını gecenin bir yarısı yazmak istedim. Daha önce Gözlerindeki Canavar'ı okumuş ve tek kelimeleyle hayran kalmış, en sevdiğim hikaye ve en sevdiğim karakter olarak ilan etmiştim ama bu kitap bildiğimiz ve okuduğumuz her şeyin üstünde.

Nasıl anlatmak lazım inanın bilemiliyorum. Herhalde ilk söylemem gereken şey gidip kitabı almanız. Alın, hediye edin, okuyun ve okutturun çünkü bu gelmiş geçmiş en orjinal hikaye. Bu sefer kitap Ignazio Vitale'in bakış açısından anlatılıyor ve inanın her satırı okunmaya değer. Kitaplardan alıntılar seçilir, hazırlanır, tanıtılır. Size bütün samimiyetimle söylüyorum kitabın ilk cümlesinden son cümlesine kadar tamamı bütün bir alıntı gibi.

Vitale'in bakış açısından anlatılan bir roman denildiğinde ben Karissa'nın anlattığı hikayeyi bir de Vitale'in gözünden okuyacağız dye düşünmüştüm. Eh, birinci kitabın sonu da bayağı bir muğlakta kaldığı için keşke bunun yerine olayların nasıl ilerleyeceğini göreceğimiz bir kitap yazılsa demiştim. Hatta bu motivasyon kaybı yüzünden kitabı iki haftadır falan okumadan elimde tutuyordum. Şu an bu kararımdan nasıl pişman olduğumu anlatabilecek çok fazla kelime yok. Zira Ruhumdaki Canavar hikayeyi tam da istediğim gibi birinci kitabın kaldığı yerden alıp nihayete erdiriyor. Kitapla ilgili tek sıkıntım bir daha Vitale gibi bir karakter okuyamaycak oluşumuz.

Kitabın konusundan bahsetmemiz gerekirse konu başlı başına Vitale. Karissa'nın sürekli bahsettiği o meşhur canavarı kendi gözlerimizle görüyoruz. İnanın kitabın bir çok yerinde dehşete düştüm. Karissa'nın yerinde olsam bu adamdan kurtulmak için ya kendimi ya da onu öldüreceğime emin oldum. İkimizi birden öldürmek de iyi bir fikir gibi göründü. Fakat kitabın daha çok yerinde Vitale'e aşık oldum, hayran oldum, ne yaparsa yapsın affedeceğimi, ne olursa olsun yanında duracağımı düşünmeden edemedim. Kitap inanılmaz gitgeller içinde tam bir duygu fırtınası olarak ilerledi.

Bu kitaba ve karaktere olan en büyük hayranlığım gerçekçiliği. 10 yıldır aşk romanları okuyorum. Bu romanlardaki erkek karakterlerin neredeyse tamamı kendini kötü, iflah olmaz, tehlikeli sanan süt kuzularından ibaret. Üstelik eklemeden geçemeyeceğim ki bu karakterlerin istisnasız tamamı sonunda yola gelir ve birer erdem timsali kesilir. Klişe, sıkıcı ve bayağı değil mi? Başka bir şeyler okumak ister miydiniz? İşte Vitale bütün arzularınızın yanıtı ve bütün dualarınızın cevabı. En vahşi güdülerinizi uyandıracak gerçek bir kurgu harikası.

Bu kitapta Vitale'in geçmişinin ayrıntılarını, ailesiyle olan ilişkilerini ve en çok da kendisiyle olan ilişkisini görüyoruz. Karissa'ya aşık değil, onu seviyor değil. Yaşamak için, devam etmek için umutsuzca onun varlığına muhtaç. Öyle büyük bir ihtiyaç ki neye rağmen olursa olsun ondan vazgeçebilmesi mümkün değil. Bu çaresiz tutkuyu ve aşkı öyle derinden hissediyorsunuz ki bu adamın aynı zamanda cani, psikopat ve sosyopat olması sizi resmen şoke ediyor. Böyle bir caninin böylesi sevebilmesi en hafif ifadeyle bile acıklı bir tezat.

Ignazio Vitale gerçek bir şeytan, o saklanma gereği hissetmeyen bir canavar, gözlerine bakmaya cüret edemeyeceğiniz bir iblis ve bunun için doğaüstü güçlere ihtiyacı yok. Ruhundaki dipsiz karanlık, 20 yıldır çektiği tarifsiz acı bir zamanlar olduğu mutlu, genç ve merhametli adamı sonsuza dek öldürdü. Vitale'i hayata bağlayan tek şey Karissa, insanlığıyla kurabildiği son bağ o. 

Onun bütün ızdırabını, kendinden nefret edişini, kendinden Karissa'ya kaçışını okumak kalbinizi sızlatıyor. Ona acıyor, onun için üzülüyor, ona tapıyor, ondan korkuyor, çok seviyor ve daha da çok nefret ediyorsunuz. Farklı davranmak kimsenin elinden gelmez, Karissa'da sürekli aynı hisler içinde bocalayıp duruyor ama istese de istemese de her seferinde Vitale'i seçiyor. Çünkü ne olursa olsun, ne yapmış olursa olsun Vitale onu bütün dünyadan ve ruhundaki canavardan korumaya kararlı.

Erotik sahneler kitapta bolca bulunuyordu ve tasvir, betimleme açılarından kusursuzdu. İnsanı baymıyor bilakis hikayenin içinde gayet dopal duruyordu. Erotik roman sınıfına yakın bir yerlerde sayılabilir ama ben bu kitap için psikolojik drama demek istiyorum. Böyle bir tür yoksa bile şu an yaratılmalı böyle bir karakter için. Özellikle İtalya gezileri insanın aklını alacak kadar güzel, büyüleyici ve romantikti. Her insanın ölmeden evvel yaşamak isteyeceği bir şeydi. Aralarındaki hastalıklı aşkın en güzel haliydi belkide.

Hikayenin sonu olabilecek en iyi şekilde bitti ama Vitale'in kim olduğu asla değişmedi. Sevabıyla günahıyla Ignazio ya aşık olacağınız ya da tiksineceğiniz bir karakter. Kendinizi buna hazırlayın çünkü o her şey iuçlarda yaşayan bir karakter. Sınırsız nefreti ve öfkesi bütün dünyaya aitken kontrolsüz aşkı ve hastalıklı tutkusu sadece Karissa'ya ait. Ne yazsam eksik kalacak bu yüzden herkese ama herkese tavsiye ediyorum, pişman olamayacaksınız.

Not: Ayrıca yabancı yayınları, çok çılgın bir yayınevisiniz. Basım olsun, ayraç olsun harikaydı. Deri eldivenli ellere bakıp bakıp ürperiyorum. 

Herkese Keyifli Okumalar...

21 Aralık 2015 Pazartesi

MEĞER NE ÇOK SEVMİŞİM - LISA KLEYPAS


Merhabalar, bugün size Meğer Ne Çok Sevmişim adlı kitaptan biraz bahsedeceğim. Tarihi Romansları çok sevdiğimi hepiniz bilirsiniz. Lisa Kleypas daha evvel okuduğum bir yazar değildi ama açıkça söylemek gerekirse ben yazarın kalemini ve tarzını fazlasıyla sevdim.

Kitabın ilk başta dikkatimi çeken kısmı konusu ve kapağı olmuştu. Birbirini tanımayan iki insanın mektuplaşması ve sırf bunlar aracılığıyla birbirine aşık olması fikri bana inanılmaz romantik gelmişti. Eh doğrusu beklediğim gibi de oldu. Tam da umduğum gibi orjinal ve özenli bir hikayeyle başbaşa kaldım.

Kitaptaki erkek karakter çok parlak, çok ahım şahım biri değil. İşin aslı pek de şövalye sayılmaz. Psikolojik olarak sorunlu, kişilik olarak zayıf sayılabilecek bir adam. Kitabın asıl sevdiğim karakteri asıl kızımız Beatrix. Kendisi dönemindeki diğer kadınlarla kıyaslanınca neredeyse aktivist bir hayvansever. Bu tavırları yüzünden sosyetik arkadaşlarından bile bir çok tepki almış genç bir leydi. Yine de dillere destan olan mavi gözleri ve koyu saçlarıyla her bekar erkeğin gözdesi.

Kitap birinci dünya savaşı sırasında geçiyor. Erkek karakterimiz Christopher Ruslarla çarpışan bir cephede ve yaşayan hiçbir insanın görmemesi gereken şeyler görüyor. Bir ara yaralanıyor ve üsküdar'a gidip tedavi bile görüyor. Aslında kitabın o bölümünde türklere diar bir şey geçecek mi diye biraz heyecanlandım ama tedavisi dışında herhangi bir bilgi yok ve bizden de bahsedilmemiş. Zaten buradan sonra Christopher İngiltere'ye dönüyor ve savaşın içindeyken kendisine umut olan o mektupların sahibesinin peşine düşüyor.

Yalnız küçük bir sorun var ki o da şu, mektupların yanlış kişiye ait olduğunu sanıyor. Savaşa gitmeden önce yalnızca bir kez danst etme fırsatı bulduğu güzel, bencil ve havai Prudence'a yazdığı mektuplara cevap veren Prudence değil hakkında "ahırlara yakışır" diye düşündüğü Beatrix. Tabii ki kitabın sonunda Beatrix hakkında fazlaca yanıldığı ortaya çıktı ve öfke aşka dönüştü. Aralarındaki karşı konulamaz çekimin de buna etken olduğunu yadsınamaz. İki ileri bir geri hallerini okumak ve çekişmelerini görmek benim için oldukça keyifliydi.

Kitabın içinde erotik sahneler vardı ama asla rahatsız edici düzeyde değildi. Her şey tam dozunda, ayarında ve olması gerektiği gibiydi. Açıkçası ben kitabı türünün seveni herkese tavsiye ediyorum. Öfkenin aşka dönüşünü ve bedenleri birbirini tanımayan iki insanın ruhlarının birbirini tanımasını görmek isteyen herkes bu kitabı okusun derim.

Herkese Keyifli Okumalar...


18 Aralık 2015 Cuma

DARMADAĞINIK - EMMA CHASE


Çok eğlenerek okuduğum bir serinin ikinci kitabıyla karşınızdayım. Serinin ilk kitabı Karmakarışık'ı daha önce blogumda yorumlamış ve ne kadar sevdiğimden sizlere bahsetmiştim. Bu yüzden ikinci kitabı da büyük bir hevesle aldım ve doğrusu beni hayal kırıklığına uğratmadı.

Herkes tamamen hatırladığınız gibi ama bu sefer bakış açıları değişik. Olayları artık erkek karakterimizin değil de kadın karakterimizin ağzından dinliyoruz. Açıkçası bunun hoşuma gidip gitmediğinden kitap boyunca emin olamadım. Zira ilk kitabın benim için özel ve farklı olan yanı erkek bir karakterin bakış açısından yazıılmış olmasıydı. Fakat kitabı okudukça mizahından herhangi bir şey kaybetmediğini fark ettim ve olduğu şekliyle sevdim.

Kitabın konusuna gelirsek ilk kitapta anlatılan zamandan iki yıl sonrasında olup bitenleri anlatıyor. Yan karakterler her zamanki gibi güçlü ve eğlenceli. Sadece eksik gördüğüm nokta Drew'in kız kardeşine birazcık az yer verilmesiydi. Onun dışında olayların gelişimi gayet okuyucu mutlu edecek biçimde. Zaten bu kitaptan da daha fazlasını beklemek haksızlık olur. Çünkü bu hikaye romantik komedinin kağıda dökülmüş şekli.

Birazcık klişe şekilde olaylarla ve türk filmlerini aratmayacak yanlış anlaşılmalar yüzünden çiftimiz çok ama çok kötü bir biçimde ayrılır. Drew Evans'ın tam bir hayvan olduğunu kelimenin gerçek manasıyla görürüz ama tabii ki bütün bu yanlış anlaşılmalar ve karışıklıklar sonunda tatlıya bağlanır. Yukarıda kitabın yazım dilini sevdiğimi söylemiş olsam da yazarın son bölümde tekrar Drew'ün bakış açısına dönmesiyle yüzümde beliren gülümseme nirvanalara ulaştı.

Bu kitap için söyleyebileceğim tek şey eğlenmek, gülümsemek ve kafayı dağıtmak isteyen herkesin saatın alması gerektiği. Ciltli basımı ve kapağı bile insanı kendine aşık edecek cinsten. Kapağa rağmen söylemek istiyorum ki kitap kesinlikle erotik bir kitap değil. İçinde erotik sahneler olsa da asla bu genele yayılmıyor. Böyle bir çekincesi olanlar için not düşmüş olalım.

Herkese Keyifli Okumalar...


17 Aralık 2015 Perşembe

2015'te OKUDUĞUM EFSANEVİ KİTAPLAR #İLK10


2015 bitiyor ve 2016 başlıyor. Geçen yıl da sizin için buna benzer bir yazı yazmıştım. O yazıyı okumak ve 2014'ün en iyi kitaplarını hatırlamak isteyenleri buraya alalım. Gördüğünüz gibi o zaman da hepimiz için iyilikler ve güzellikler dilemiş mutluluk umut etmişim. Ben kişisel olarak kendi isteklerime ve mutluluğuma pek ulaşamasam da umuyorum ki 2015 sizler için hatırlanmaya değer güzel bir yıl olmuştur.

Yine de pes edemeyiz, vazgeçemeyiz. İçimden geçen her türlü karamsar ve muhalif sese rağmen bu yılın benim için çok güzel geçeceğini ummadan edemiyorum. 2017'ye girerken bu yazıyı bir dahaki sefere yazdığımda mutlulukla, keyifle ve başarıyla geçen 2016 yılını anlatacağıma inanmak istiyorum. Doğrusu bu defa inanmak için makul sebeplerim de var. Kendim içinde, sizin içinde, okuyan ve okumayan herkes içinde muhteşem bir 2016 olmasını diliyorum ama şimdilik 2015'in en güzel yazınlarına son bir kez göz atmaya ne dersiniz? Evet, bende öyle düşünmüştüm...


MELEKLERİN KANI  - NALINI SINGH


Evet, blogu takip edenler ve  ayrıntılı yorumunu okuyanlar kitabı ne kadar sevdiğimi zaten bilir. Bu yüzden yılın en iyileri listesinde olmaları kaçınılmazdı. Elena ve Rapheal neredeyse en sevdiğim fantastik çift. Elena'nın kadın karakter olarak güçlü duruşu, kibirli ve güçlü Rapheal'in aşkı için her şeyi feda etmesi bu hikaye bütün romantik  beklentilerinizin üstüne çıkacak. Elena ve Rapheal'in kuleden düşüşü izlemişim gibi hala gözümün önünde, sanırım bu betimlemeler hakkında ufak bir fikir veriyordur. Kesinlikle tavsiye edilir.

*******

BAHÇEMDEKİ YABANCI - DEBORAH INSTALL 


Bu kadar aşk romanının ve erotizmin içinde bu kitap benim için çok güzel bir mola oldu. Sürekli dramatik duygular ve karakter arasında sıkışıp kalmış biz okuyucular için inanılmaz bir değişiklikti. Size tam olarak bu kitapta neyi bu kadar sevdiğimi anlatamam. Sadece insana dair ve samimi bir hikaye okumak için bu kitap biçilmiş kaftan. Özgün konusuyla  bile bu listeye girmeyi çoktan haketti. Yorumunu okumak için tıklayın... 

*******


EN GÜZEL HEDİYEM - JULIE GARWOOD


Tarihi aşk romanlarını hepimiz severiz. Bende sizden farklı değilim ve Judith McNaught kitaplarını bu konuda apayrı tutuyorum. Yine de bu sene çıkan tarihi aşk romanlarının en iyilerinden birini, hatta bana göre en iyisini bu listeye almasam olmazdı. Tarihi aşk romanlarında genel olarak bir erotikleşme söz konusu. Aslında bütün kitaplarda bu eğilim var ama 1500,1600 ve 1700'lü yıllarda geçen romanlarda bu durum beni iyiden iyiye rahatsız ediyor. En Güzel Hediyem bu anlamda yalın ve inanılmaz güzel, okunası bir hikayesi var. Tavsiye sebebidir.

*******


ELVEDA HAZİRAN - SARAH JIO


Sarah Jio'nun tarzını çok severim ve neredeyse bütün kitaplarını okuduğumu söyleyebilirim. İçlerinden en sevdiğimi soracak olursanız şüphesiz cevabım Yağmur Sonrası olurdu fakat bu kitabı okumak cevabımı tamamen değiştirdi. İşlenişi ve hikayesi bakımından diğer Sarah Jio kitaplarından bir tık üstte ve unutulmaz. Sürekli bir umut ve sevgi kitabın en unutulmaz ve bağlayıcı yanı.
Ayrıntılı yorumu için tık tık.

*******


KARMAKARIŞIK - EMMA CHASE


Bu kitap geçen yıla dair en sevdiğim romanların başında geliyor. Kesinlikle kolay okunur ve kabul edelim edebi anlamda da bir değeri yok. Fakat soğuk ve depresif bir kış gününde keyfinizi yerine getirebilecek kadar ateşli, iddialı ve eğlenceli hikayesiyle Karmakarışık bu listede olmayı sonuna kadar hak ediyor. Ayrıntılı yorum için tık tık...

*******


KARANLIKTA BULDUM SENİ - MEREDITH WALTERS


Yayınevinin hediye ettiği bu kitaba inanılmaz düşük bir beklentiyle başlamıştım fakat samimiyetle söylüyorum ki kitap beni tam anlamıyla şaşırttı. Düşündüğümden çok daha orjinal, çok daha karamsar, gerçekçi ve tutkulu ve bir aşk hikayesiydi. Ara sıra üzerine düşündüğüm ve beni etkilemeye devam eden yazınlardan. Benim tavsiyemdir, ayrıntılı yorumu isteyenler tık tık...

*******


GÖZLERİNDEKİ CANAVAR - J. M. DARHOWER


Ignazio Vitale... Şu an yazarken bile tüylerim diken diken oluyor. Bu yılın hatta açık konuşalım son yılların açık ara en iyi kitabı, en iyi hikayesi ve en iyi karakteri Gözlerindeki Canavar'dan başkası değildi. Okuyucuları ikiye bölmüş ve neredeyse kavgalara sebep olmuş çarpıcı konusuyla bu kitap herkesin okuması gereken bir eser. Vitale'lse herkesin ama herkesin tanışması gereken bir karakter. Serinin ikinci kitabı Ruhumdaki Canavar'ı okumak için inanılmaz bir heyecan duyuyorum. Çok yakında onun yorumu da sizlerle olacak ama şimdilik Gözlerindeki Canavar'ın ayrıntılı yorumunu okumak isteyenler buraya alalım; tık tık...

*******


 KIZIL TEPE - JAMIE MCGUIRE


Tatlı Bela, Ayaklı Bela ve daha bir çoklarıyla hayatımızın ortasına girmiş Jamie McGuire zaten sevdiğim yazarlardan biriydi. Fakat hiç abartmadan söylemek gerekirse bu kitabıyla yazarlık kariyerini bambaşka bir noktaya taşıdığını söyleyebiliriz. Zombiler zaten hepimizin sevdiği ve defalarca işlenmiş bir konu. Buna rağmen yazar kendisinden beklenen bütün çıtaları tek tek kaldırarak adeta soluksuz bir hollywood filmi izliyormuşsunuz hissiyle sayfaları peşi sıra çeviriyorsunuz. En sevdiğim kitaplardan biri haline gelen Kızıl Tepe'nin ayrıntılı yorumunu istiyorsanız lütfen tık tık... 

*******


MARSLI - ANDY WEIR


Yılın olay kitabını ve olay filmini bu listeye almasam kesinlikle hakkını yemiş olurdum. Kitabı okuyanlar zaten hiç abartmadığımı bilecektir ama bu hikaye kesinlikle görmezden gelinemez. Filmi izlemeyen herkesi ve kitabı okumadan filmi izlemiş herkesi kitabı okumaya davet ediyorum. Sürükleyici, heyecanlı, yalın ama anlamlı metniyle bu kitap kesinlikle unutulmazlar arasında. Filmde her ne kadar komedi unsuru pek kullanılamasa da metin konuyla tezat olacak kadar keyifli ve komik. Okumak isteyen herkese tavsiye ediyorum, ayrıntılı yorumu için tık tık...

*******


GECE YARISI ÖPÜCÜĞÜ - LARA ADRIAN


Vampirleri sevdiğimi bilenler bilir ama genelde yumuşak, insancıl ve iyi olmak için kasıp duran vampirler okuruz ve bu bayat tavır sizi bilmem ama beni inanılmaz derecede sıkıyor. Bu kitabı bir sahaftan ilk elime aldığımda pek bir beklentim yoktu fakat neredeyse ilk sayfada bu fikrim değişti. Kitabı bitirdiğimde öyle bir noktadaydım ki aynı gün serinin kalan bütün kitaplarını internetten satın almış ve gelmesini beklerken resmen kıvranmıştım. Vampirleri seven ve bu seriyi görmezden gelmiş herkesi hatasından dönmeye davet ediyorum. Ayrıntılı yorumu için tık tık diyorum...

*******

Ve sanırım bir son söz yazmak gerekiyor...
2015 için son sözüm en basit haliyle; 2016 da hepimiz bizi mutlu edecek şeylere kavuşalım. En derin yaralarımız ve geçmeyecekmiş gibi görünen acılarımız 2015'le birlikte bizi terk etsin.

Herkese Mutlu Yıllar!



14 Aralık 2015 Pazartesi

MEMLEKETİ BEN KURTARACAĞIM! - GÜLSE BİRSEL


 Evet bu sefer sizlere anlatacağım kitap bir roman değil. Sanırım Memleketi Ben Kurtaracağım için daha çok deneme tarzında yazılmış kısa hikayeler demek yanlış olmaz. Açıkçası Gülse Birsel'i ve yaptığı işleri severim. Ülkede küfür kafir dışında komedi yapan pek insan olmadığından yaptığı işleri beğeniyorum.

Daha önceki kitaplarını da çıktığı zamanlarda okumuş ve bolca sevmiştim. Bu sefer ki kitabı o kadar da sevemediğimi ne yazık ki söylemek zorundayım. Güldürmüyor muydu güldürüyordu. Kitabın da iddiası bu ve karşılığını veriyor. Aldığım için mutsuz muyum? Hayır asla. Fakat kitabın az da olsa ve bu beklentiyi arka kapak yazısıyla bile sürekli kırmaya çalışsa da bir siyasi hiciv iddiası da var.

Asıl sıkıntı da benim için tam da burada. Şu ortamda hiç kimse yeteri kadar cesur değil evet ama siyasi taşlama yazıyorum diye çıktığınız zaman sanki ironiden daha fazlasını yapmanız gerekiyor gibi. Üstelik bu ironi bazı yerlerde öylesine belirsiz ki "ironi yapıyorum" diye belirtme ihtiyacı hissettiği bölümler bile var. Bu açıdan kitabı başarısız ve yazım dilini en yalın ifadeyle korkak buldum. Bu açıdan çok şey bekleyenler kitap hakkındaki beklentisini düşürmeli derim.

Benim için diğer bir sorunsa -ki aslında sorun demek doğru olmaz- kitabın neredeyse her sayfasında yazarın girdiği kendini övme çabasıydı. Sürekli bir şaka halinde ve sürekli bir mütevazilik balonu içinde olsa da "Başarılıyım, yetenekliyim, allah kahretsin ya çok güzelim." mesajını çok net şekilde hissettiriyor ve bu bir süre sonra komik olmaktan çıkıyor.

Amma gömdün hani seviyordun diyenler için olumlu yanları sona sakladım. Aslında kitabın sadece bir kısmı siyasetle ilgili. Geri kalanı popüler kültürün bize etkisiyle alay eden ve günlük yaşamda karşımıza çıkan rutinleri eğlenceli bir bakış açısıyla eleştiren yazılardan ibaret. Önceki kitapların havası yakalanmış mı? Evet kesinlikle.

Özellikle kitabın son bölümünde Gazanfer Özcan'dan bahsedişi ve bahsetme şekli bile kitabı almanız için ve sevmeniz için başlı başına bir sebep. O yüzden siyasi bir kitap değil de gülmeye eğlenmeye odaklı bir kitap aldığınızı bilerek alırsanız kitabı sevmemeniz için hiçbir neden yok. Birazcık keyiflenmek isteyen herkese tavsiye ediyorum.

Herkese Keyifli Okumalar...

11 Aralık 2015 Cuma

SÜRÜ - FRANK SCHATZING


Muhteşem güzel bir kitabı şimdi bitirdim ve taze taze hemen yorumunu yazıyorum. Çünkü cidden okuma sürem yaklaşık bir ay kadar sürdü. Yorumlamak için sabırsızlandığım bir kitap olması sebebiyle sabahı bekleyemeyeceğim.  Normalde en baba kitabı bile üç ila beş gün arası bitiren ben bu noktada biraz kastırdım yani. Ciddiyim şaka yapmıyorum acayip zor okudum hatta bazen kendimi zorladım diyebilirim. Kitap 783 sayfa ve son derece küçük puntolarla yazılmış. Bence iki kitap halinde basılabilirdi ve çok daha ergonomik olurdu.

The Times'ın da belirttiği gibi dev bütçeli bir film gibi gerçekten ama bazen bir o kadar sıkıcı denilebilir. Gece yarılarına kadar elimden bırakamadığım zamanlar oldu. Rüyalarıma girdiği de vakidir arkadaşlar.  Bazen de of Allahım ne zaman bitecek sanırım bitiremeyeceğim dediğim sayfalar da vardı. Yazarın hakkını teslim etmeliyiz çok emek verilmiş ve çok uğraşılmış bir eser. Hele hele araştırma safhasını vs. düşünmek bile istemiyorum. Acayip bilimsel bir dil kullanmış ve kitabın arkasında bir sözlük düzenlenmiş.  Ancak o kadar çok terminoloji kullanmış ki bir süre sonra okur arkaya bakmayı bırakıyor. En azından ben bıraktım yani.

Şunu peşinen belirtmeliyim ki bakış açınızı değiştiriyor. Hadi düşündüm de hadi biraz yumuşatalım tanımı. Bakış açınızı sorgulamanıza sebep oluyor diyelim. Denizlere ve içinde yaşayan canlılara daha farklı bir göz ile bakıyorsunuz. İnsanlığın neye  ne kadar hakkı var? Çevreye verdiğimiz zarar ne boyutta? Daha farklı bir davranış sergileseydik keşke gibi bir takım düşünceler kafanızda dönmeye başlıyor. Özellikle kitabın başlarında petrol endüstrisini de çok ciddi sorguluyorsunuz.

Kitabın içeriğine çok fazla girmeyeceğim. Sebebi de kitap okumayı seven herkesin okuması gereken bir kitap olduğunu düşünüyorum. Okuma alışkanlığı olmayan bireylerin zaten başlamasını bile tavsiye etmem çünkü bitirmeleri mümkün değildir kanımca. Net yani.

Dünya denizlerden gelen büyük bir tehdit altındadır. Deniz tabanını değişik bir türde solucanlar basmıştır. Denizde yaşayan hayvanlar da çıldırmış vaziyettedir. Gemilere saldıran balinalar var mesela. Yanlış anlamayın bu hayvanlar son derece bilinçli bir şekilde diğerleri ile birlikte hareket ederek ve  belirli bir strateji uygulayarak hatta abartmıyorum en önemlisi geminin teknik özelliklerini bilerek direk batırmaya yönelik saldırılar gerçekleştiriyorlar. Yengeçler kıyıları istila ediyorlar. Üstelik vücutlarında toksik bir zehir karaya çıktıkları anda patlayarak algler aracılığı ile büyük bir salgın yaratarak insanılığı yok etmeye yönelik son derece akılcı ileri bir zeka sergileyerek yapılan saldırılar bunlar.

Olay Peru'da başlar ve Kanada açıklarında devam eder. Kimse olayların farkında değildir önceleri. Sonra ilk olarak Dr. Johanson'a bir şekilde solucan örneklerinin gelmesi ile başlar. İlk darbeyi Kuzey Denizi kıyıları alacaktır. Sonrasında ne mi olur? Tabi ki bilim adamları devreye girer. Benim favoim Sigur Johanson. Tabi çok fazla karakter var gerçekten. Dikkatinizi vererek okumanız gerekmekte. Belki bir başka okurun ki Dr. Anawak olabilir ya da Dr .Crow  veya bir başkası.

Sonra tabi ki olay Kuzey Denizi ile sınırlı kalmaz ve okyanuslar karışır. Tabi ki Amerika işin içine girer. Birleşmiş Milletler falan toplanır tüm dünya karışmış kimse ne yapacağını bilemez haldedir. Pek tabi ki süper güç olarak Amerika liderliğe soyunmuştur. Şunu açıkça belirtiyorum ki Alman yazar tüm felaket filmlerinde lider olan ve dünyayı kurtaran  Amerika'ya ve başkana fena kıl oluyormuş. Acayip giydirmiş diyebiliriz. Hatta üşenmemiş o filmlerden bahsettirmiş karakterlere yahu.

Büyük bir teknoloji harikası gemi tahsis edilir. İçine yedi düvelden bilim adamı yerleştirilir. Her türlü son teknoloji harikası laboratuvarlar hizmetlerine sunulur. Çözüm üretmeleri beklenir. Herkes canla başla çalışmaktadır. Bu olaylara neden olan varlıkları araştırarak onların ne olduklarını anlamak ve onlarla iletişim kurabilmek için çok ciddi çaba sarfetmektedir.  Ancak işin içinde başka iş vardır. Ekip içinde ekip belki de. Olanlardan Amerikan Başkanı'nın kısmen haberi var, kısmen yok  havası yaratılmış. Tüm sorumluluğu Çin asıllı Amerikan generali Judith Li'ye yüklemiştir yazar. Sonunda dünyanın başına ne gelir? Okuyanlar öğrencekler diyelim.

Daha fazla girmeyeceğim çok bile yazdım. Okuması son derece zor ancak güzel okunması gereken bir kitap olarak tanımlayacağım. Anlatım güzel sahneler cidden gözünüzde canlanıyor. İtiraf ediyorum özellikle tsunami bölümlerinde dehşeti kanımda hissettim yahu. Okuma alışkanlığı olan herkese tavsiye edilir.

Herkese Keyifli Okumalar...

8 Aralık 2015 Salı

KIZIL ATEŞ - ILONA ANDREWS


Kış günlerine yaklaştığımız şu günlerde kitap okumak ayrı bir keyif halini almakta sevgili dostlar. Özellikle uzun kış gecelerinde kaloriferin veya sobanın başında, elinizde en sevdiğiniz kitabınız varken içilen bir çayın veya kahvenin keyfi ise bir başka güzel gerçekten.

Bugün Ilona Andrews'in Kızıl Ateş isimli kitabıyla sizlerle olacağım. Saklı Miras Serisnin 1. Kitabı kendisi. Yabancı yayınlarının en sevdiğim özelliğinden birisi de kapak tasarımlarına çok önem vermesi. Yani içerik kadar görsellik de çok önemli ve her bastıkları kitap için aynı özeni göstermeleri takdir-e şayan cidden. Ama ilginçtir ki bu kitabın kapağında bile bir kargaşa bir karışıklık var yani.

Özellikle kitabın ilk bölümlerinde kurgusal boyutta çok ciddi bir karmaşa var. Yazarın tarzı bu mudur? Yoksa çuvallamış mı? gerçekten bilemedim. Ama bir karışıklık son sayfaya kadar var. Anlamakta güçlük çekiyorsunuz  ve kafa yormanız gerekiyor. Kitabı ilk 30 sayfa okuyup elinden bırakıp beğenmedim diyenleri tanıyorum. Neticede ben de başlarda biraz sıkıldım ve of dedim ne karışık anlatım be kardeşim. Ama sonra olayları kafanızda oturtunca netleşiyor her şey.

Nevada Baylor ailesine çok düşkün olan genç bir dedektiftir. Burada bir not düşmek istiyorum. Nevada karakteri biraz Anita Blake ve biraz Elena Devareux karışımı bir karakter. Büyüsü var ama zayıf. Ya da zayıf kalması için çabalıyor diyelim. Silahları en büyük gücü gibi görünüyor. 

Babalarının hastalığı sırasında deney aşamasındaki kanser tedavilerini babalarına uygulatmak uğruna ellerinde ne varsa harcamış o da yetmeyince şirketi ipotek ettirmişlerdi. Bundan en ufak pişmanlık duymuyorlar, çalışıp borçlarını ödüyorlardı. Nevada başarılı bir dedektifti, şirket de son derece başarılı bir şirket olması ile ünlüydü.

Babasından kalan küçük ve ipotekli şirketlerinde aile fertleri ile çalışarak ipotek borcunu ödemektedir. Nevada'nın ailesi insanı gerçekten kıskançlıktan çatlatacak cinstendir. Annesi Penalope, Büyükanne Frida, kızkardeşleri ve kuzenleri ile onlar kocaman, mutlu ve birbirlerini koşulsuz seven bir ailedirler. Özellikle büyükanne Frida'ya bayıldım. 

Adam Pierce ise Pierce hanesinin lideri ama bir o kadar da ergen ruhlu,  şımarık bir pyrokinetiktir. Yani ateşe hükmedebilir bir üst düzey büyücüdür. Tabi zeka yaşı ve tutarsız davranışları dikkate alındığında son derece tehlikeli olduğunu söylememe gerek yok sanırım. Bu adam etrafı ateşe vererek ve insanları öldürerek ilgi çekmek derdindedir. En azından kitabın başında böyle sanıyorsunuz ama sonra eşek herifin daha büyük ilgi çekme peşinde olduğunu fark ediyorsunuz.

Nevada Adam Pierce'yi bulmak ve hanesine teslim etmek görevine atanmıştı. Montgomery hanesi tarafından ipotek altında olan şirketi sözleşme gereği onların alt kuruluşu olduğundan verilen göreve itiraz etme hakkı yoktu. Bu görevde asla başarılı olamayacağını hem Nevada, hem de görevi verenler biliyorlardı. 

Connor Rogan  nam-ı diğer "Çılgın Rogan". Son derece güçlü ve tehlikeli bir lider büyücü. Kendi hanesinin tek hakimi ve sahibi.Hiç kimseye hesap vermeyen, insan hayatını hiçe sayan, üstün büyü yeteneklerini canının çektiği her yerde sergilemekten çekinmeyen bir canavar. Tabi ki bütün bunlar buzdağının görülen yüzü. Sayılamayacak kadar büyük bir servetin sahibi olmasını söylememe sanırım gerek bile yok. Ayrıca son derece yakışıklı, uzun boylu, kaslı ve mavi gözlü olan bu arkadaş tüm favori kitap karakterlerim arasında üst sıralara tırmandı. Yani son favori erkek karakterim "Meleklerin Kanı" kitabındaki baş melek Raphael'di. Onunla bile kapışır yani o kadar söylüyorum.

Nevada ona asla ve asla güvenmemekte. Kendine göre haklı gerekçeleri de var tabi. Ama ne olursa olsun Adam Pierce ile uğraşırken ona ihtiyacı var. Birlikte maceraya atılmaktan çekinmeyecekler. Ve bize de keyifle okumak kalacak. 

Şunu söyleyebilirim ki bir başyapıt değil. Okurken bazen aşırı derecede sıkılıyorsunuz. Kurguyu anlamakta zorlanıyorsunuz ve kullanılan büyü terimleri sizi bunaltıyor. Olaylar örgüsünün aktarımı bence çok karışık. Daha sade bir anlatım ile çok farklı olabilirdi. Hikaye çok sağlam bir hikaye aslında. Karakterler de son derece iyi ve sağlam. Hatta erkek karakter muhteşem. Nevada ile Connor arasındaki şey havada asılı kalıyor ve bu ikinci kitabı satın almak için insanda istek uyandırıyor. 
Türünün sevenleri için okunabilir düzeyde güzel bir kitap ve bu türün meraklılarına tavsiye edilebilir. Herkese keyifli okumalar.

1 Kasım 2015 Pazar

MELEKLERİN KANI - NALINI SINGH


Yine bir fantastik roman yorumuyla karşınızdayım. Bugün size bahsedeceğim kitap Meleklerin Kanı. Daha önce başka bir yayınevinden çıkmış fakat serinin devam kitapları asla gelmemişti. Bu yüzden bende kitabın aıdını duysam da okumak için en ufak bir istek hissetmemiştim.

Bu durumu değiştiren şey Yabancı Yayınları'nın kitabın telif haklarını satın alması oldu. Bununla da yetinmedikleri gibi harika bir ciltli basımla serinin imajına resmen yeni bir soluk kazandırdılar. Hatta bununla da yetinmediler ve serinin zaten varolan okuyucularını düşünerek asla basılamayan ikinci kitabı, Başmeleğin Öpücüğü'nü çok, çok kısa bir arayla yayınlamaya karar verdiler. Bütün bu gelişmeler ışığında mümkün olan en kısa sürede kitabı edindim ve yaklaşık üç gün içinde severek okudum.

Uzun girizgahtan sonra sanırım biraz hikayeden bahsetmem gerek. Öncelikle bilenler bilir. Melekler benim için fantastik evrenin en sıkıcı üyeleridir. O kadar gücün ve otoritenin peşinde karanlık ve kibir getirmemesini her zaman sıkıcı, sıradan ve bayağı bulmuşumdur. Sanki iyi olmak bir yarışmış gibi bütün karakterlerin "en iyi kalpli" olmaya çalışması sinirimi bozuyor. Kitabı elime aldığımda bu konuda tereddütlerim vardı ama gönül rahatlığıyla söyleyebilirim ki bütün tereddütlerimde haksız çıktım.

Meleklerin Kanı zannediyorum ki okuduğum en "iyi" melek hikayesi. Rapheal içinse gelmiş geçmiş en cool melek diyebilirim. Kendisini ve anlatılan evrendeki pozisyonunu öylesine beğendim ki serinin ikinci kitabı için şimdiden sabırsızlanıyorum. Bu seride melekler hiç de masum değil. Dünyanın gördüğü en güçlü yaratıklar olarak hak ettikleri bütün kibire sahipler. İnsanlığın zaaflarından uzaklar ve gerçekten ilahi bir yerde duruyorlar. Şimdilik tanrıdan ya da diğer ilahi şeylerden sözetmyorlar. Vampirlerin yaratıcısı melekler fakat meleklerin yaratıcısı hakkında pek bir bilgimiz yok.

Ana karakterimiz Elena ama ben Rapheal'i o kadar tuttum ki paragraflardır ondan bahsediyorum. Elena'dan biraz bahsetmek gerekirse kendisini çok sevdim. Genellikle böyle romanlarda kadın karakterler süzme salak olur ve beni deli eder ama Elena asla öyle bir kadın değil. Kendisi tam bir savaşçı, gözü kara ve korkusuz Rapheal'in bile saygı duyacağı kadar becerikli ve kendinden emin. Ayrıca belirtmeden geçemeyeceğim ki kendisi şehrin en iyi vampir avcısı.

İşte burada burnunuzun direği özlemle sızladı eminim. Anlattığım kadın Anita Blake'den başkası olamaz gibi değil mi? Seriyi ve kitabı bu kadar sevmemin bir nedeni de zannediyorum ki kadın karakterin feci derece Anita Blake'i hatırlatması. Üstelik sekskolik olmayan, özlediğimiz Anita'yı. Yazarın küçük bir esinlenme yaşadığını düşünüyorum. Konu bakımından olmasa da tavır ve karakter özellikleri olarak Elena herkese Anita'yı hatırlatacaktır.

Kitabın sonunda herkesi bir şok bekliyor. Yani benim için kesinlikle şok olduğundan sizin içinde öyle olacağını tahmin ediyorum. Normalde sürekli insanlık kutsaması yapılsa da bu seride böyle bir durum yok. Sonunda hiçbirimizin mümkün olduğunu bile bilmediğimiz bir şeyler olacak ve hikayenin devamını okumak için sizi adeta çıldırmış halde bırakacak. Fantastik türünü seven herkese kitabı tavsiye edebilirim. Özellikle meleklerle ilgili eğlenceli, erotik ve etkileyici bir hikye okumak isteyen herkesin okuması gerek. Başmeleğin Öpücüğü'nü sabırsızlıkla bekliyorum.

Herkese Keyifli Okumalar...


12 Ekim 2015 Pazartesi

BAHÇEMDEKİ YABANCI - DEBORAH INSTALL


Merhabalar, bugün size bahsedeceğim roman Bahçemdeki Yabancı. Kitabı gördüğüm ilk an ona hemen sahip olmak istedim. Zenginli, kontlu, ceo'lu, aşklı, seksli ve vampirli kitaplardan gına geldiği için güzel bir ara olacağını düşündüm. Ve düşüncelerimde yanılmamışım.

Kitapta aslında sadece iki karakter var. bunlardan biri Ben biri de Tang. Ben evliliği kötü giden, hayatı kötü giden, ailesinin ölümünü atlatamamış, hayata tutunamayan bir adamdır. Bir gün evlerinin bahçesinde bir oğlan çocuğu olarak tasarlanmış, eski, küçük bir robot görür ve bu robot bütün hayatını değiştirir. Kitabın arka kapağında da tam olarak böyle bir şeyler yazıyor zaten.

Yazarın ilk kitabı olduğu çok bariz belli ama bunu kötü bir şey olduğu için söylemiyorum. Çok güzel işlenmiş çok güzel bir konu var ortada ama kurgusunda ve tekniğinde bazı eksikler bariz. Gerçi beni rahatsız etti mi diye sorarsanız hayır etmedi. Son sayfasına kadar sabırsızlıkla çevirdim ve inanılmaz keyif alarak okudum.

Kitabın başındaki Ben'le kitabın sonundaki Ben arasında inanın ki dağlar kadar fark vardı. Her ne kadar kitabın başında Amy'ye hak verir gibi olsam da sonradan bu konudaki fikrim değişti. Kesinlikle Amy'nin Ben'i ya da şöyle söyleyelim "Yeni Ben'i" hak ettiğini düşünmüyorum. Tabii bütün bunlar yan konular. Asıl kahramanımız Tang.

Tang çok zeki ve küçük bir çocuk gibi. Öğreniyor, taklit ediyor ve hissediyor. Çok eski püskü olmasına rağmen hiçbir android'de bulunmayan gelişkin bir kişiliğe ve özgür iradeye sahip. Ben'i daha iyi bir adam yapan ve sorumluluk almaya hazırlayan da bu. Bir baba ve oğul ilişkisi söz konusu ve bu bana kalırsa inanılmaz sevimli.

Özellikle anlatımlar insanın gözünde canlanıyor. Bir robot olmasına rağmen Tang'in vücud dili, mimikler ve bariz tepkileri var. Benim için başından sonuna kadar sıcacık ve içten bir hikayeydi. Her ne kadar sonu tam bağlanılmamış gibi görünse de bence soru işareti olan hiçbir şey yoktu. Her şey olması gerektiği gibi tıkır tıkır yerine yerleşti. Bizim görmemize gerek yok içim rahat, su akıp yolunu bulacaktır. Herhalde bu hikayenin sonu için en güzel yorum bu olabilir.

Herkese Keyifli Okumalar...

8 Ekim 2015 Perşembe

DR. HOUSE / EFSANE TV KARAKTERLERİ #3



Merhabalar, daha önceki yazılarımda efsanevi tv karakterlerinden Dean Winchester ve Klaus Mikaelson'ını anlatmıştım. Şimdi geçmişi kısaca hatırladığımıza göre başlayabiliriz. Dr. House kurgusal olarak New Jersey'deki Princeton-Plainsboro Eğitim Hastanesi'nde teşhis ekibinin başındadır. Kendisi ise bulaşıcı hastalıklar ve nefroloji konusunda ünlü bir uzman hekimdir. Ekibinde Dr. Eric Foremon, Dr. Robet Chase, Dr. Allison Cameron ile çalışmaktadır. 

Üç kişilik ekibiyle birlikte bir türlü teşhisi bile konulamayan hastaları iyileştirmektedir. Bu konuda da hakikaten çok ama çok başarılıdır. Ekipteki tek bayan olan Dr. Cameron kendisine fena halde hayran, hatta platoniktir. Dr. Hause'nun hayattaki en yakın dostu ve arkadaşı onkoloji şefi Dr. James Wilson'da bazı vakalarda kendisine destek verir. Bu desteğini özel hayatında da devam ettirmektedir.

Acayip zeki bir adam olan House, kesinlikle hastalarını görmeyi reddeder. Çünkü hastayla iletişim veya duygu bağı kurmanın tıbbi görüşlerini etkileyeceği kanısındadır. Öyle her vakayı da kabul etmez. Diğer bir deyişle sıradan hastalıklarla ilgilenmez. Bulmaca gibi karmaşık ve zor olan hastalıkları çözmek ister. 

Son derece asosyal ve küstah bir adamdır. Kesinlikle değer yargıları biz sıradan insanlardan çok farklıdır. Kendisi ataist olup bu konuda diğerleriyle  dalga geçmeyi sever. İnsanlara (özellikle ekibindekilere) hakaret etmekten adeta zevk alır. Şimdi diziyi izlememiş veya birkaç bölüm izleyip bırakmış olan okuyucularımızın; Bu adamın nesini sevdiniz de efsane haline getirdiniz? dediğini duyar gibiyim. Durun! Lütfen Dr. Hause'u anlamaya çalışın. Sorunları olan bir kişi o. Ayrıca bir dahi... Bir de çok karizma be yavvv. Adam yıkılıyor arkadaşlar. Tamam tamam sakinim, toparlandım ve yazmaya devam ediyorum...

Bir kere farkında olmamız gereken nokta kimse durup dururken böyle olmaz. Ailesi ile ilgili ciddi sorunları vardır. Bunlar dizide izleyicinin gözüne acıtasyon olarak sokulmaz. Ancak satır aralarında o kadar iyi yansıtılır ki izleyici ne düşüneceğini şaşırır. House annesine duyduğu koşulsuz sevginin tam tersi bir nefret besler babasına. Üçüncü sezonda kendisi ile iletişim kurmak isteyen bir tecavüz kurbanı hastasına babasının aşırı disiplin bağımlısı biri olduğunu bu sebeple kendisini bahçede uyuttuğunu, buzlu su ile duş almaya zorladığını anlatır. Sonra babasının biyolojik babası olmadığından şüphelenir ve cenazede dna örneği alarak test yaptırdığında şüphesinin doğruluğunu anlar.

En büyük sorunu aslında psikolojik değil, fizikseldir.  Bir bacağı aksar ve yürümek için baston kullanır. Sürekli çektiği ağrılar had safhadadır. Sadece bir an,  Hiç kesintisiz bir uzvunuzun ağrıdığını düşünür müsünüz? Bu nedenle sürekli yüksek dozda Vicodin kullanır. Hatta bazen dozu öylesine artırır ki olay bağımlılık haline dönüşür. Bu noktada lisansını kaybetme riski oluştuğu için psikolojik rehabilitasyon tedavisi bile görmüştür kendisi. Kendisinin bu durumundan eski sevgilisini sorumlu tutar.  Bacağında anevrizma oluşarak enfarktüse döndüğünde, ya bacağı kesilecek ya da ömür boyu acı ile yaşayacaktı. Bacağının kesilmesine karşı çıkan House, kimyasal koma ile sürekli acı safhasını atlatmak istemekteyken, kendisi ile ilgili tıbbi karar verme yetkisini avukat olan sevgilisi Stacy Warner'a verir. Kadın da sevgilisinin öleceğinden korktuğu için Hause'nun bacağındaki ölü kas grubunun alınması için onay verir. Bu durum tabi ki hem işlev kaybına hem de sürekli acıya yol açar. Bu duruma çok öfkelenen House sevgilisini terk eder.

Tüm dizi boyunca süregelen ilişkisi çalıştığı hastanenin başhekimi olan Dr. Cuddy  iledir. Gençliklerinde bir kez birlikte olan ikili House'nun tıp fakültesinden atılması ile ayrılır. Ancak yıllar yılı birbirlerine olan zaafları devam edecektir. Hause'yi çok iyi tanıyan Cuddy  onu işe almadan önce de kesinlikle neyle uğraştığının farkındadır ancak onu kontrolü altında tutabileceğine inanmıştır. Ama bazen diğer insanlara olan davranışları kabul edilemez boyutlara ulaşabilir. Fakat işinde olan olağanüstü başarısı yaptığı tüm huysuzlukların, aksiliklerin, saygısızlıkların önündedir. Dr. Hause hayat kurtarıyordur. Hem de kurtarılması mümkün olmayan hayatları.

Şunu açık bir şeklide ifade etmeliyim ki, sekiz sezon boyunca izlediğim her bölümde farklı bir duygu durumuna girdim. Kimi zaman ona çok kızdım, kimi zaman saygı duydum. Bazen hayran oldum, bazen ayıpladım. Ama bana en fazla hissettirdiği iki şey vardı. Birincisi ona sarılma isteği. Evet yanlış okumadınız ona sımsıkı sarılmak istedim. Tüm şefkatimi vermek ve sen sevilmeye layık bir adamsın demek istedim. Onun bunu hissetmesini istedim. Hem de beni ti'ye alıp dalga geçeceğini, aşağılayacağını bile bile. Kesinlikle bunu yapmasının nedeni kendini korumaya çalışması olacaktı. Umursamaz görünürken, değer verdiği (ama asla belli etmediği) kişiler için neler yaptığını gördüm. İçimde oluşan ikinci istek ise adamı tokatlamaktı. Lanet herif bunu nasıl yaparsın? Sen nasıl bir adamsın diyerek tokatlamak istedim.  Bir izleyiciye böyle hissettirebilmek de dizinin başarısıdır. Demek ki gerçekten hikaye de karakteri çok çok iyi yansıttı.

Okurlarımıza ricam lütfen diziyi izleyen arkadaşlar da görüşlerini paylaşsınlar. Diğer insanların bu karakter ile ilgili ne düşündüğünü çok merak ediyorum.

Ayrıca şunu belirtmeden geçemeyeceğim ki gerçek hayatta da House M.D. hayranı olan bir doktor dizinin önceki bölümlerinde işlenen hastalık bulgularına dayanarak Dr.House'un teşhisi ile hayat kurtardı. Frankfurt'un kuzeyindeki Marburg'da bulunan Tanı Konulamayan Hastalıklar Merkezi'nden Dr. Jürgen Schaefer, Mayıs 2012'de kalp yetmezliği sorunu olan hastayı gördükten 5 dakika sona neyin yanlış olduğunu anladığını söyledi. Daha önceki bölümlerde protez kullanan hastada oluşan "Kobalt Zehirlenmesi" vakası ile aynı bulguları taşıyan hastasının sorununu diziden ilham alarak çözdü. Tabi ki bu durum diziyi çekenler kadar, dizinin  hayranları için de gurur kaynağı oldu.

Kısacası Dr. House asla unutulmayacak dizi karakteri olarak belleklerimizdeki yerini almıştır. Diziyi izlemeyenleriniz varsa mutlaka izlemelerini tavsiye ederim. Kafanızın içindeki sınırları ve kuralları kaldırmayı unutmayın. Dr. House sınırları ve kuralları  sevmez, sonuçta karşımızdaki bir anti-kahraman. 

Herkese Keyifli Seyirler...

6 Ekim 2015 Salı

MARSLI - THE MARTIAN (FİLM)


Marslı'nın kitabını okurken zaten her satırına bayılmış hatta blogumda da incelemesini yazmıştım. Bu yüzden filminin çekileceğini duyduğumda herhalde en çok ben sevinmişimdir. Aylardır süren bekleyişin sonunda film çıktığı gibi ilk izlemeye gidenlerden biri oldum.

Salon çok kalabalık değildi ama onu gittiğim sinemanın yeni açılmış olmasına bağlıyorum. Beşiktaş'ta sinema yok diye bu kadar hayıflandıktan sonra Cinebow bana ilaç gibi geldi. Zira sinema salonlarındaki Cinemaximum tekelleşmesinden oldukça rahatsızım. Bu tekelleşme bilet fiyatlarını da saçma sapan rakamlara uçuruyor.


Filmi üç boyutlu olarak izledim ama pek bir artısını gördüğümü söyleyemem. Öyle çok fazla aksiyonlu, efektli sahne olmadığı için olmasa da olurdu statüsündeydi. İngilizce alt yazıysa zaten kesin olarak ilk tercihim, herkese de öneririm. Zira dublaj filmin bütünlüğünü ve duygu geçişlerini inanılmaz derecede etkiliyor.

Filmden birazcık bahsetmek gerekirse kesinlikle film çok güzeldi. Kitaplarını okuduğumuz filmler için genel olarak kaygılarımız vardır. Kitap o kadar güzeldi ki bende filmin kitabın altında kalacağından neredeyse emin gibiydim ama beklenen olmamış. Filmde anlatılan bir çok teknik detay gözümd pek canlanamamıştı. Bu anlamda film uzay bilimini her sıradan insanın anlayabileceği bir çizgiye çekiyor.

Uyarlama noktasında kitaba inanılmaz sadık olduklarını gönül rahatlığıyla söyleyebilirim. 141 dakikalık film boyunca kitapta birebir geçen bir çok şey sahnelenmişti. Sadece Mark'ın yaptığı yolculuk sırasında başına gelenler es geçilmişti. Kitapta büyük bir bölüm tutsa da sanıyorum filmi olduğundan çok çok daha uzun hale getirmemek için o kısmı es geçmişlerdi. Açıkçası ben çok fazla eksikliğini hissetmedim.

Kitap için kaygılarım "Tek bir adam, sıkılmam mı ki?" düzlemindeydi ve okuduğumda inanılmaz yanıldığımı fark etmiştim. Film içinde aynı kaygıyı az da olsa yaşıyordum ama marsta ve dünyada olanlar o kadar güzel harmanlanmıştı ki hiç bir sıkıntı çekmedim. Sanırım beni üzen tek şey kitabın içinde oldukça doğal duran ve güldüren esprilerin filmde zorlama durması oldu. Neden bilemiyorum ama salondan çoğu yerde hiç ses yükselmedi. Ben bile gülemediğim için suçluluk hissettim zira okurken kahkahalar atmıştım.

Son olarak belirtmek istediğim şey şu; filmin marsla ilgili olan sahnelerinde bol bol dış çekim var. Yani görsel şölene doyuyorsunuz. Yerden havalanan tozların düşük yerçekiminde olağan hızından daha yavaş düşmesine kadar her türlü detay düşünülmüş. Benim için inanılmaz keyifli ve başarılı bir film oldu. Özellikle marsta su bulunduğundan bahsettiğimiz bu günlerde insanlık adına umutlarınızı yeşertiyor ve insanoğlunun her şeyi başarabileceğini size hissettiriyor.

Herkese Keyifli Seyirler...

17 Eylül 2015 Perşembe

EN GÜZEL HEDİYEM - JULIE GARWOOD


Kapağını gördüğüm anda aşık olduğum bir romanı nihayet okuma fırsatı buldum ve açıkça söylemeliyim ki kitap beni zerrece hayal kırıklığına uğratmadı. Liseli kızlar gibi beş dakikada bir kikir ederek, her satırını severek okudum. Beklediğimden çok daha güzeldi bile diyebilirim.

Konusundan biraz bahsetmem gerekirse Leydi Sara ve  St. James Markizi düşman ailelerin çocuklarıdır. Kral düşman aileleri birleştirmek için iki ailenin küçük yaştaki çocukları arasında bir nikay kıyar. Ve anlaşmayı bozan taraf kim olursa diğer tarafa kraliyet arazileri verileceğini buyurur. Böylece iki aile de değerli arazilerden vazgeçip evliliği bozamaz.

İkili bu olaydan sonra birbirlerini on dört yıl boyunca görmez. On dört yılın sonunda aralarındaki anlaşmanın süresi bitmek üzereyken St. James Markizi gelinini almak için yola koyulur. En son dört yaşındayken gördüğü sarışın çocuk aradan geçen ondört yılda onsekiz yaşında harika bir genç kadına dönüşmüştür.

Söylemem gerekirse kitap inanılmaz bir romantizm ihtiva ediyor. Çok fazla gereksiz karakter yok ve kitabın çoğu bir gemide geçtiği için çiftimiz sürekli başbaşa. Sara öyle harika bir kadın ki insan gerçekten herkesin ona aşık olabileceğini düşünüyor kitabı okurken. Yüzünüzde sürekli bir gülümseme oluyor ve kendinizi kahkaha atarken buluyorsunuz. Kitap için yapılabilecek en iyi ve kısa tanım kesinlikle; nüktedan.

Kitabın erotizm düzeyi yüksek ama asla ve asla erotik roman sınıfına girmiyor. Sınıfına girmemesini bırakın yanından bile geçmiyor. Erotizm düzeyi gayet kusursuz. Çiftlerin davranışları yaşadıkları devre oldukça uygun. Özellikle St. James Markizi yani nam-ı diğer Pagan tam bir fantazi ürünü. Kaslı, yakışıklı, vahşi, sahiplenici, tutkulu, dürüst yani saymakla bitiremiyorum. Günümüzde bir adamda ne yoksa bu adamda o var. Okurken aşık olabileceğiniz sayılı karakterlerden.

Julie Garwood kitaplarını zaten severim ama inanın ki bu okuduğum en güzel romanı olabilir. Blog'ta yazmasam da Gelin adlı kitabını da bayağı sevdiğimi söyleyebilirim. Bu kitabın bana göre tek eksik yanı vardı. Bir elli sayfa daha yazılmalıydı. Yani mutlu bir sonu var, klasik ve tahmin edilebileceği gibi ama bana yeterli gelmedi. Galiba biraz daha mutluluklarını okumayı isterdim. Doyamadım sanırım romantizme. Yine de kitaba olan sevgim zerrece azalmış değil. Kısaca türünün sevenlerine, bütün kadınlara tavsiye edebileceğim bir kitap kendisi.

Herkese Keyifli Okumalar...


16 Eylül 2015 Çarşamba

HIRÇIN SEVGİLİM - NICOLA CORNICK


Historical herkesin sevdiği bir roman türü, erotik romanlar içinde aynısı geçerli ama Hırçın Sevgilim için bunların hiçbiri geçerli değil. Erotikleşme akımının en çok yakışmadığı kitaplar tarihi olanlar olsa gerek. O yüzden bu kitap benim için inanılmaz hayal kırıklığı oldu.

Ne yazacağımı bile bilemiyorum, toparlayamıyorum. Kitabın herhangi bir konusu yok. Konusu olmadığı gibi olay örgüsü de yok. İnsan bir şeyler bekliyor ama anlatımı, betimlemeleri her şey sıkıntı. Kimin bakış açısından hangi karakterin ağzından anlatıldığı bile belli olmayan, inanamadığım bir metindi.

Karakter davranışlarının sebebi ve sonucu yok. Mantıklı hiçbir şey ve gerçekçi hiçbir tepki yok. Dönem kitabı olarak ayrı bir rezaletti. Hiç kimsenin dönemi itibariyle yapamayacağı şeyleri, hatta şu gün bile yapamayacağı şeyleri yapıp duran ana karakterler vardı. Bütün bunları da sadece sevişerek çözümleyiveriyorlardı. Cidden kitabın yazarı kendine ait fantastik bir evrende yaşıyor olsa gerek.

Adam gibi tarihi aşk romanları okumak isteyenlere daimi tavsiyem Judith McNaught ve Julie Garwood gibi isimler. Cidden onların yazdığı kitaplar nerede, son zamanlarda basılan erotik kitap furyasını kaçırmayalım diye saçmalayıp duran kitaplar nerede. Türün sevenlerini bile türden soğutabilecek bu kitaplardansa eski kitapları açıp açıp okumayı tercih ederim. 

Kimseye tavsiye etmiyorum, edemiyorum. Atlayarak okumama rağmen sıkıldım ve bitiremedim. Buna rağmen sonunu merak bile etmiyorum. Erotizm desen saçma sapan, aşk desen hak getire, konu desen dağa kaçmış, dağ nerde? Yanıp bitip kül olmuş. Vakit kaybı.

Herkese Keyifli Okumalar...

12 Eylül 2015 Cumartesi

MASUMİYETİN İÇİN SAVAŞ - TESS GERRITSEN


Bugünlerde Tess okumaktan bir hal oldum arkadaşlar. Cidden çok seviyorum ve cep boy birkaç tane kitabını bulunca abandım. Malum cep boy çantada taşımak çok daha kolay oluyor. Şöyle ifade etmem sanırım yerinde olur, bir başyapıt değildi ancak kendini okuttu. Klasik bir Tess romanı ama mesela bir Çırak değil veya bir Siliniş değil.

Miranda küçük bir adada bir gazetede çalışmaktadır ve gazetenin sahibi Richard ile bir gönül ilişkisi vardır. Miranda hatasını anlamış ve Richard ile ayrılmıştır. Hatta işinden de istifa etmiş adadan ayrılmaya hazırlanmaktadır. İstifasını sunduğu günün akşamı Richard  Miranda'yı arar ve evine geleceğini söyler. Miranda onu görmek istememektedir tüm itirazlarına rağmen yüzüne telefon kapanır. On dakika sonra kapının çalacağı gerçeğiyle yüzleşmek istemeyen Miranda evden kaçarcasına çıkar ve sahile gider. Eve döndüğünde Richard'ın onu bulamayınca gitmiş olacağını düşünür. Ama işler düşündüğü gibi gitmeyecektir. 

Eve döndüğünde kapı açıktır ve Miranda'nın yatağında Richard çırılçıplak ve göğsü deşilmiş yatmaktadır. Orası küçük bir adadır ve herkes zaten ikisinin arasındaki ilişkiyi bilmektedir. Bunun aşk cinayeti olduğunu düşünür herkes. Gerçekte bu cinayet kim tarafından ve neden işlenmiştir? Kitap boyunca bu soruların yanıtını arıyoruz.

Evelyn Richard'ın dul eşi  ve ikizlerin annesi. Evet Richard'ı ikiz ve neredeyse yetişkin çocukları var. Kadın gayet tabi ki  Miranda'dan nefret ediyor. Kocasının hayatına giren kadınların zaten haddi hesabı yok dolayısı ile kocasını da çok sevdiği söylenemez. Bu bir kıskançlık cinayeti miydi?

Chese şehre abisinin ölüm haberini aldıktan sonra geliyor. Richard Tremain'in erkek  kardeşi Chese. Tremain ailesinden afaroz edilmiş bir nevi. Bunu Cristine ile yaptığı evliliğe bağlıyorlar ilk etapta, ama sonradan üvey kardeş olduğu ortaya çıkıyor. O bir Tremain değil yani teknik olarak. Yazar beni biraz güldürdü bu noktada. Abisinin katiline ve dahi sevgilisine aşık olma cüretini gösteriyor. Kadının masumiyeti tamam da yine de biraz midesizlik var bu işte gibi geliyor bana. Yani biz doğuda  ölen abisinin eşi ile evlenenleri eleştiriyoruz da bu neyin nesi? Herkesin özel hayatı kendine ama bu biraz ters bana göre.

Chese karakteri biraz pasif, bir türlü güven duymayı beceremeyen, asla baskın olmayan bir karakter yani pek sevmedim açıkçası kendisini. Bu kadar basiretsiz olmamalı bir adam. Yani bir kadınla yatıyorsan ertesi sabah pişman olmamalısın. Kararının arkasında durabilmeli diye düşünüyorum. Bir kadınla geceyi geçirecek seviyede yakınlık kurduysan her anlamda sahiplenmeli ve geri adım atmamalı. En azından belli etme ulan pişmanlığını bu kadar. Yani karakter kitabın son sayfasına kadar kendini toparlayamadı diyebiliriz. Son sayfada ufak bir atraksiyon yaptı neyse ki...

Güzel bir kitap diyebiliriz. Özellikle türünün sevenleri için zevkli zaman geçirtebilecek bir kitap. Yine ters köşeler var yani tahminlerinizin ötesinde bir sonuç ile karşı karşıya geliyorsunuz. Herkesten biraz şüpheleniyorsunuz. 

Herkese Keyifli Okumalar...

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...